28 Şubat 2010 Pazar

ARABA SEVDAM

Çocukluğumda bisikleti bile araba niyetiyle sürerdim. Ondan öncesi çember çevirmek, direksiyonundan itilen telden araba yapmak, yaz aylarında kabağı delip içinden süpürgelik geçirip ağır vasıta gibi sürmek ve de ağızdan araba sesi çıkartmak. Bunların hepsi araba sevdamdan geliyor.

1965-1966 yılları arası babama, araba alıp dolmuşçuluk yapsak ne olur, dedim. O sırada radyo tamir dükkanını açalı bir sene olmuş, işime bakmam, tamirhaneyi ilerletmem lazım. Kim sürecek arabayı, şöför tutarız. Babam beni sevindirmek için olan parasını (12 bin lira)bana vererek, Recep abinle bakın bakalım, diye Ankara'ya yolladı. Demiryolunun şoförü, abim ve ben o zamanın galerilerini gezdik. Bizde henüz köy yolları yapılmamış olduğundan bize uyan jip türü bir dolmuş(çift diferansiyel şimdi adı dört çeker). Abim Bahçeli-Dörtyol çalışan taksileri beğeniyor.Fiatları 50-60 bin.

Aradığım arabayı gördüm galerinin birinde, fiatı 40 bin. Abimin arkadaşı arabanın altına eğildi , bunun diferansiyeline talaş doldurmuşlar ses yapmasın diye, dedi. Gözüm talaş malaş görmüyor ama paramız yetmiyor. Satıcı bizi borçlandırmak istedi, ben razı gelmedim. Babamızın parasını aynen kendisine iade ettim.

Babam bana sürpriz yapmak için Zonguldak Site dolmuşlarından birini satın alıp gelmemiş mi. Araba Land-Rower 4 çeker, 7 kişilik, yolcu ruhsatı var. Şoför tutup 6 ay çalıştırıldı, 6500 lira kazanıldı. Arabayı da 13500 liraya almış, paranın yarısını kurtarmışız. Dolmuşlar, otobüsler, pikaplar Çaycuma istasyonunun yanına dizelenir, tren geldiği zaman yolcular koşarak gideceği arabaya biner. Arkada bir yolcu bırakılamaz. İçine sıkıştırdın, almazsa üzerine bindireceksin. Bizim jipe 18 kişi bindirildiğini biliyorum.

Araba fazla yükten şase bile kırdı. Şoförler iş bırakınca işi ben devraldım. Dükkana arabayla gidiyorum, radyo tamir ederken arabalık iş çıkarsa gidiyorum. Fakat ehliyet yok.

Bir pazartesi günüydü, Bakacakkadı'ya yolcular çıkmıştı, hepsini bindirdim iki kişiyi de üzerine aldım. Üçburgu köyüne geldiğimizde Trafik jipi gözüktü, beni durdurdu, zaptı tuttular, beni de Gökçebey'e bıraktılar. Şoför bul, arabanı almaya öyle git, dediler.

Bu tutulan zabıt varakasından uzun süre ses çıkmamıştı. Ben de unutuldu diye seviniyorum. Pat diye bir mahkeme kağıdı... Gününü geçirmemek için mahkeme tarihini yüz kere tekrarlıyorum, söyliyeceğim yalanı da iyice ezberledim. Güya arabaya parça almak için şoförümüz Karabük'e gitti, parçayı orada bulamazsa Ankara'ya geçecek, ne zaman geri döneceği belli değil, arabayı geri götürmem gerekti, bu yüzden ehliyetsiz araba kullanmak zorunda kaldım.

Mahkeme günü geldi. Koridorda ifademi kafamdan tekrar ettim. Yemin veriyorlarmış doğru söyleyeceğime dair. Daha askere gitmemiş bir adam için yeminin önemi ne ki, yeterki ceza almasın Zeki...

Zeki Albuz! Çağırdılar, girdim içeri, dik ve düzgün durmamı söylediler, düzgün ve ciddi bir şekilde duruyorum. Hakim soruyor ben cevaplıyorum. Niye ehliyetsiz araba kullandın?(Hazırlıklıyım) Yedek Parça hikayesini anlattım.Neden yolcu aldın?(Yolcu aldığımı nereden biliyor)Bizim köyden akrabamız olur alıverdim. Oğlum içine haddinden fazla yolcu almışsın(Vay be nerden bildi). Binene binmeyin diyemedim. Peki üzerine niye bidirdin.Tek kelime edemedim.Seni ikiyüzelli lira para cezasına çarptırıyorum, bir şey diyor musun? Leyla Sayar, Fatma Girik birinci yakalanışta 60 lira, ikinci yakalanışta 120 lira veriyorlar da ben bir kere yakalanıyorum niye 250 lira veriyorum?

Çık dışarı ukala atarım seni içeri !

Dışarı çıktım hakim niye kızdı anlayamadım. Leyla Sayar, Fatma Girik ehliyetsizlikten bu cezaları aldılar, gazetelerde okumuş olması lazım.

Benden sonra ondan fazla kişi daha trafik suçu nedeniyle ifade vermeye girdi. Ben oradan ayrıldım. Bir duydum ki kasaya yolcu alan kamyoncuları içeri atmışlar.15 günden fazla hapis yatmış adamlar. Benimle ilgili tutanağın üzerinde hepsi yazıyormuş. Karayolları Trafik kanununun 24 maddesi, ayrıca 52 maddenin (b)bendi maddesi gereğince cezalandırılmasını talep ederiz, diye. Ben maddelerin karşılığını bilemediğim için haybeye yalan ifade ezberledim. 250 lira ceza çok büyük bir cezaydı. Artistler yolcu almamış, yolcu istiab haddini aşmamışlar, gabari dışına yolcu almamışlardı. Aradaki ceza farkı oradan kaynaklanıyormuş.

Bizim jipin frenleri iyi değildi, ne kadar para yese yine de iyi tutmazdı. Devrek'te en iyi frenci Karga Ömer'e bile gösterdik. Amcaoğlu Şevki bizim jiple pazara dalmış birinin terazisini ezmiş, babama ödettiler.

Arabamız ben askerdeyken 8500 liraya satılmış, adam üç gün sonra gelip babama ağlamış sızlamış, fiyatını 6500'e indittirmiş. Arabayı üzerine almadığından 15 sene vergisini biz ödedik. Neyse, mahkeme kararıyla Necati abimin arşivlerden noter senedini bulması sayesinde vergiden kurtulduk.

Şimdiki arabamın muayene zamanı geldi, o kadar masraf edip muayeneye hazırladım. Girdik teste. Arka frenlerin ikisi birbirinden farklı tutuyor, müsaade edilenin üstünde, sonuç ağır kusur, yaptır bir ay içinde gel. Şimdi arka frenleri tamamen değiştirdim, alışmasını bekliyorum, muayeneye öyle gireceğim. Ulan nedir bu frenden çektiğimiz. İlericiyiz diye durmamak olurmu...

İkiyüzelli lira cezayı ben askerdeyken babam ödemiş.

24 Şubat 2010 Çarşamba

NASIL 1402 LİK OLDUM

Seka Çaycuma Müessesesi Ölçü Aletleri ünitesinde çalışıyorum. İşimiz kısımlardan gelen arıza şikayetlerini takip edip arızaları gidermek. O gün Soda Kazanı baca gazı sıcaklık ölçü aleti yanlış değer veriyormuş. Baca merdiveni çürük, sıcaklığı ölçen algılayıcı(Termo-element)bacanın tam tepesinde. Emniyet kemeri falan, bacaya çıktım (Arkadaşlarıma kıyamadığım için kendim çıktım. )İşi bitirip indim. Dizlerimde derman kalmamış korkudan. Kendime geleyim diye yanımdaki arkadaşlarımla konuşuyorum. Posta, elinde yeşil bir zarfla yanıma geldi, Müessese'den bana gönderilmiş, açtım okudum. "İş Kanunu'nun 17.maddesinin 2 numaralı bendi gereğince;İyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri gibi hareketlerinizden dolayı ihbarsız ve tazminatsız olarak, Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı'nın emirleri gereğince görevinize son verilmiştir". Bozuntuya vermedim, bacaya çıkmadan önce söyleseydiniz ya, diye espri bile yaptım. Tarih 8.10.1982

Bir insanın işten evine geldiğinde, beni bugün işten attılar, demesinin ne demek olduğunu bir düşünmenizi isterim.

Seka mı talep etti, bilemem. Benimle birlikte beş işçi için "İşyerinde sinsi faaliyetlerini devam ettirme eğiliminde oldukları, müsait ortamı bulduklarında yasadışı eylemlere yönelerek iş yeri düzenini bozacakları anlaşılmış ve halen gizli toplantılar yaparak yeniden güç oluşturmaya çalıştıkları tesbit edilmiştir. Görevlerine son verilmesini rica ederim. imza, Oramiral, Donanma ve Sıkıyönetim Komutanı Z.A 16.Temmuz.1981"

Sevgili komutanım benim ilerideki niyetimi nasıl okudunuz, demiyorum. İleriki zamanda bir başkası da sizin niyeti okuyabilir, diye düşünüyorum.

Kesintisiz on yıl mücadele ettim görevime dönmek için. SHP kongrelerinde 1402'likler için söz aldım (Bu arada belirteyim İsmail Cem Zonguldak il kongresindeki konuşmamdan dolayı yanına çağırdı, tebrik etti, koalisyon protokoluna işçilerin göreve döndürülmesi hususunu ben ilave ettirdim, yoksa sadece memurlarla sınırlı tutacaklardı dedi.)

İşten atmanın dışında kamu hizmetlerinden ömür boyu men cezasını da içeriyordu Özelde olsa kimse size iş veremezdi korkudan.Burada 12 Eylül anılarını bitirmek istiyorum, sağlığımı bozuyor, yazacak çok şeyler var ama o dönemin korkusunu atamamışız üzerimizden. İşte 1402'lik oluşum komutanın niyet okumasından oldu. Eskiden niyet çektirirlerdi; güvercinlerin yanında bir de tavşan olurdu.

Hiç kimseye kin beslemedim. Devletin devamlılığını isterim.Tabii bu arada hukuk devleti olmamızı da...

AKLANMAK YETERLİ Mİ ?

Sözüme, tutuklanan insanların yakınlarına geçmiş olsun, diyerek başlamak istiyorum. Kimse benim başıma gelmez, diye düşünmesin, Tutuklanmamak sizin elinizde değildir. Bugün için normal olan bir davranış yarın soruşturma konusu yapılabilir, bunları yaşadım. Yatanlar değil, çoluk çocuk aile bireyleri çok etkileniyor. Beni de örgütten saymasınlar, diye geçmiş olsun demeye gelemeyen komşular bile vardır.

Yargı deyince askeri mahkeme aklıma gelir. Askeri mahkeme için Devrek Alayında yüzbaşı, askeri yargıya güvenmemi söylemişti.

13.11.1980 tarihinde gözetim altına alındık, 16 Eylül 1981 tarihinde beraat ettik.
Suç: Komünizmi tesis için gizli cemiyet kurmak, cemiyetin propagandasını yapmak ve bu tür cemiyete üye olmak. Deliller: Yayınlar, tanık ifadeleri...

Tutukluluğuma itiraz ediyorum, red geliyor. Red yazısına da itiraz ediyorum, yine red geliyor. Reddin reddinin reddine, diye uzatıyorum, cevap kesiliyor. Yargıda müthiş sabır, kızmıyorlar. Haberim yok, aleyhimizde kırktan fazla tanık ifadesi varmış. Bunların Çaycuma'da talimatla ifadesi alınmış,ikisini Gölcük'te huzurda dinlediler, ikisi için daha önce sendika seçimlerine girip seçim kaybettikleri, kongre iptal davası açtıkları, sendika yönetimine karşı olduklarından, tanıklıkları kabul edilmemiş... Savcı diye ben buna derim. Bizim suçumuzu kanıtlamak için gayret gösterirken bizim lehimizde olan suçsuzluğumuzu gösterecek tüm bilgilere ulaşmış, mahkemeye sunmuş. O zaman anladım ki savcılar sanık lehine de delil toplarmış.

19 Şubat 2010 Cuma

SEKİZİNCİ KİŞİ KİMDİ

Güllübahçe'ye ilk geldiğimizde kayıt kabulden sonra başgardiyan tarafından koğuşlara dağıtıldığımızı, sekizimizi maltaya göre sağdaki büyük koğuşa koyduklarını yazmıştım. Bu sekiz sayısı kafama takıldı; bir yanılgı var bu işte diyorum.

Sayıyorum: Fikret, Lütfi,Erdal, Salih,Alikemal,İbrahim,İsmail, ediyor yedi. Demek ki sekiz değil yedi arkadaşımız sağdaki koğuşa ayrılmış.

Yanılgıyı hisseden kafanın, sekiz nereden çıktı, bulması lazım. Koğuşların demir parmaklıklı pencereleri havalandırmaya çıktığımız bahçeye bakar. Bahçeye koğuşlar ayrı ayrı çıkartılır, yerden doğru penceredeki arkadaşlarımızla konuşuruz. O pencere önünde bir arkadaşım gözümün önüne geldi. Seka'da ustabaşı olan bu arkadaşım sosyalistlikten sağdaki koğuşta yerini almış. Bizim sekizinci arkadaş bulunmuş oldu. Çıktıktan sonra Gökçebey'de mesleğiyle ilgili dükkan açtı. Halk kısa sürede kendisini tanıdı. Tanıyan, bu adamı nasıl tutuklamışlar, hayret ediyordu. Allahın sessiz adamı,sessiz olduğu için derin solcu zannedildi,benden fazla yattı.

Mektup yazıp yollamayı da biraz açalım. Mektuplar haftada bir gün yollanıyor. Hafta başından başlıyorsun yazmaya, son gün ziyaretçin gelmişse mektup öldü. Yazıyorsun henüz yaptığım itiraza cevap gelmedi, diye, tam mektup yollanacak itirazınız reddedildi diye yazı geliyor mektup güncelliğini kaybediyor yine ölüyor.

Tutuklular tarafından tutuklulara dersler verildiğini yazmıştım.Ceza evi bordro tanzim etmiş bu öğretmenlere borçlu kalmayayım diye. Para alıp almadıklarını bilmiyorum ama ilginç. Bunu da gönderdiğim mektuptan öğrendim ama anımsayamadım.

Çocuk ağlamasını pek sevmem. Gece yandaki kadınlar koğuşundan bir kaç aylık çocuğun ağlama sesi duydum, pencereden gelmişti ses, çok sürmeden sustu. Öyle hoşuma gitti ki sormayın. Bebek bugüne bugün Zeki Albuz'un hapishane arkadaşı sayılır. O hafta annesi tahliye olmuş,arkadaşımızın sesini birdaha duymadık.

13 Şubat 2010 Cumartesi

ISLAH ÇALIŞMALARI EKİ

12 Eylül Askeri yönetiminin Gölcük Güllübahçe'de bizleri misafir ettiğini, bizleri islah etmek için subay ve astsubayların bazılarına Türkçe, Tarih, Din Bilgisi üzerine dersler verdirdiğini yazmıştım. Yazmıştım yazmasına da, iki islah aracından söz etmemiştim. Düşündüm ki bunu kimse yazmasa aynı yanlış ilerde tekrar yapıldığında benim sorumluluğum olmayacak mı? Askeri yönetime iş adamları demişlerdi ki
Türkiye'nin sorunu kaynak sorunu, çalışanların maliyeti yüksek, halbuki buralardan tasarruf edilse kaynak yaratılır, yeni yatırımlar yapılır, işşizlik önlenir. Akla yatkın. Yönetim ikramiyeleri keserek, toplu sözleşmeleri askıya alarak, iş adamlarına kaynak yarattı (Altın yıllarını yaşadılar-Gazetelerden). Yatırım yerine villa, yat, lüks eğlenceyi tercih ettiler(Yatırım yapanlar da olmuşsa onları ayrı tutarım). Bizim ıslah edilmemizi kimler önermişse önermiş, o da akla yatmış.

Yanlışlık olarak nitelediğim ve yazmaya karar verdiğim ıslah uygulamasının birincisi,sopaya takılmış Türk Bayrağı. Havalandırmaya bahçeye çıktığımızda, birimizin eline veriliyor, bayramlardaki gibi arkasında yürüyüş kolu oluşturuyoruz. Bahçede üç dört tur atıldıktan sonra, dağılabilirsiniz, diyorlar.

Yani insan onurunu en ayaklar altına alan bir uygulama. Bir devrimciyi bayrakla islah etmeye çalışmak, olsa olsa başka ülkelerin çıkarlarını savunmayı Türk milliyetçiliği sanan bir ideolojidir, zavallılıktır. Bana çok dokundu ilk iki gün. Aklım başımda olmasa bizi içeri tıkanlara karşıyım ya, bayrağa da karşı olacağım, sanki bayrak beni işkence aracı olarak kullanabilirsiniz, dedi.

Bu uygulama yürüyüş kolundaki arkadaşlarımızın marş söyleyerek yürümelerinden sonra sona erdi. Zaten bağımsızlık mücadelesi için içeriye girmiş olanlar bağımsızlığımızın sembolü bayrak da ellerine geçince yeri göğü inletir oldular. 12Eylül'cülerden daha fazla bayrak, vatan demek abesle iştigaldir.

Bayrak uygulaması son buldu, sıra istiklal marşıyla terbiye etmeye geldi. Öyle ya emperyalizmin boyunduruğuna ülkeyi devrimciler sokmuştu; bunlara akşam sabah istiklal marşı okutturulmalıydı.

Cezaevi nöbetçi astsubayı maltada bizi topladı. Arkadaşlar, aldığımız emre göre sabah akşam istiklal marşı okunacak, dedi. Önce bir arkadaş çıktı, ben okumam€, bu istiklal marşını işkence aracı olarak kullanmaktır, istiklal marşına saygısızlıktır.
Derken, iki üç, ben de dahil, okumayız dedik(Bu uygulamayı akıl eden güya devrimcileri kızdırıp bunaltarak, bu değerlere sövdürecek, sonra tefe koyacak). Astsubayımız, arkadaşlar, çevik güç gelir burayı basar, üç beş kişi ölür, dedi .Bir anda kan beynime yürüdü, ölümden ötesi var mı, diye geçti içimden. Sayın komutan cunta başlarının burada suçsuz sebepsiz üç beş kişinin ölümünü göğüsleyebilecek gücü yok. Burada bu söylediğinizden ben korkarım. Diğer arkadaşların ölümden falan korkacacağını sanmayın, dedim; bir duraksama...

İleri gittiğimi anladım, daha sakin bir uslupla, sayın komutan sen bizi tanımazsın, biz seni tanımayız, konuyu üstlerinize iletiniz şu sebeplerden söylemek istemiyorlar, dersiniz, gereğini onlar düşünsün, dedim. Arkadaşlar, Zeki bey haklı, dedi.

İstiklal marşının söylenme koşulları dışında söyletilmek istenmesi hayata geçirilemedi. Eskisi gibi hafta sonları, pazartesi günleri istiklal marşımızı coşkulu söylemeye devam ettik.

Zoruma giden bir şey daha var. Bu anıları yazma zamanımın, askerlerimize karşı yürütülen belli merkezli çoğu iftira nitelikli kampanyalarla aynı tarihlere rast gelmesi. Sosyalist, komünist, ilerici, devrimci, ismi ne olursa olsun bu coğrafyada barınabilmek için gücünü halkından alan donanımlı bir ordumuzun olması gerektiğini herkes bilir.

Güllübahçe'de tutukluların ihtiyaçları hangi paralarla karşılanır, parası olmayan ne yapar konumuz buydu.

Koğuş içinde her siyasetin aile yapısı gibi bir yapısı var. Bu siyasetlerin orada seçilen başkanları, saymanları var. Bu aile yapısına komün diyorlar. Parası gelenler istedikleri kadar miktarı ait olduğu ailenin vezne işine bakanına verir,
bu paralarla ihtiyaçlar karşılanır. Veznede para kalıp kalmadığı kimseye söylenmez başkanın haricinde. Vezneye kim ne kadar para verdi, kimin parası gelmiyor, aynı aile içinde açık edilmez. Herkes ihtiyacı olanı yazdırır, ihtiyaçlar karşılanır, mühim olan budur. Bir siyasi grup ekonomik olarak güçsüz olsa bile genel koğuş başkanı bunu halleder, kaynak yine koğuş içindedir. Paranın yüzü tatlı ya, önce paranın paylaşılmasına hayret ettim, bana gelen paraların hepsini vezneciye vermedim kendime ayırdım. Bir süre onra yaptığım işin ayıp olduğunu anladım, durumumu düzelttim. Fazlalıklar koğuşta parası gelmeyenlerin ihtiyaçlarına gidiyor.

Dergilerle ilgili yazacaklarım var. Donanma komutanlığının eski yeni dergilerini, komutanlık, canları sıkılmasın diye bize yollamış. Dergilerde her şey var. Örnek; gemilerin uskur düşürmelerini önleme düzenekleri,(Konik geçme , hem konik geçme hem kontr somun, kama kanalı, somun başı pimi, konik geçme hidrolik basınç sistemi). Başka bir örnek; komsu ülkelerle olan ilişkiler (normal seyretme, gerilimi tırmandırma, yumuşama vs). İlgi duyanlar için dergiler iyi oldu.

Saç traşları askeri berber tarafından cumartesi günleri malta denilen yerde ucuz fiata yapılırdı. Saçlar sizin istediğiniz şekle göre kesilirdi. Tabii askeri esasların geçerli olduğu yerde subay traşı olabilirsiniz, anlamında.

12 Eylül'le ilgili filmleri izlemiyorum, aynı şeyleri yaşamamak için. Zor oluyor ama...

10 Şubat 2010 Çarşamba

TUTUKLU GÖZÜYLE GÜLLÜBAHÇE-3-

12 Eylül tutuklularının misafir edildiği Güllübahçe Askeri Cezaevinde vakit nasıl geçerdi, neler yapılırdı, koğuşlarda kavga olur muydu, yönetim bizi islah etmek için hangi yöntemleri uyguluyordu, gazete giriyor muydu, radyo ve televizyon var mıydı,ziyaretler nasıl oluyordu, sizlere kısaca anlatayım.

Söze, insan içinde bulunduğu duruma alışıyor, diye başlayayım. Güllübahçe'ye geldiğimizde yanımda arkadaşlarım olmasaydı tedirginlik ve korku yaşardım. Korku deyince aklıma, Devrek Alay binasının alt katında gece vakti ifadelerimizin alınması sırasındaki korku geldi. Her bir arkadaşım ayrı ayrı odaya konuldu, ben koridorda bırakıldım. İfade sırasında içerden gelen bağırmaları duyduğumdan sıra bana da gelecek diye korkuya kapıldım.Bir üşüme ve titreme, donuyorum, kendime hakim olamıyorum. Koridorun sonunda Taburun veya alayın yazıhanesi var, yazıcı erler (dört kişiler)benim durumumu görmüşler, beni yazıhaneye aldılar, çay verdiler,titremekten çayı zor içebildim. Teşekkür edecektim, uzun olduğu için söyleyemedim, sağolun diyebildim. Askerlerdeki cesarete şimdi şaşıyorum, ifade odasından tabur komutanı çıkıverse beni yazıhanede görecek, üstelik çay içerken.

İfade sırası bana geldiğinde yeniden güç toplamaya başlamıştım. İçeri girdim, içeride 1 Komiser, 1 Astsubay, 1 Teğmen ile masada oturarak ifadeyi izleyen tabur komutanı Binbaşı var. Sorular cevaplar devam ederken binbaşı"Ben bunların dişlerini sökerdim ama ne çare" dedi. Çaresizliği, Zonguldak sıkıyönetim komutanı paşadan geliyor. Hanımlarımız paşaya gitmiş, paşa onları dinlemiş. Gözaltılara kötü muamele yapılmasın, diye talimat vermiş. Paşamız olmasaydı bugün takma dişlerle gezecektik. Binbaşı emekli olduktan sonra dişçilik yaptı mı bilinmez.

Konudan hayli uzaklaştık. Güllübahçe'de vakit nasıl geçerdi(Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Hiç, yatarız abi). Vakit inanın su gibi akar, evi düşünmeye zaman bulamazsınız. Aşağı yukarı her Allah'ın günü bir devrimciyi anar saygı duruşunda bulunuruz. Dünyada devrim mücadelesinde ölen biter mi? Devrimci yerliymiş yabancıymış, farketmez, yiğitliğine saygı duyarız, mücadele biçimini pas geçeriz. Soldaki görüş ayrılıkları mücadele biçiminden de kaynaklanıyor. Diğer siyasi grupları rahatsız edici revizyonist, goşist, lümpen, macera, serüven gibi kelimeler ortak anma metinlerinde yer almaz.

Yabancı dil kursları tutuklular tarafından isteyen tutuklulara verilir. Üst düzeyde olduğu için herkes katılamaz. Mühendisler, Kimyagerler, Öğretmenler, bağışta bulunmamış Müessese müdürü bile var. Var oğlu var. Bir de kimlik olarak kuvay-ı milliye kartını cezaevi yönetimine gösteren 70' lik Akyazı'lı bir amca var. Cezaevi yönetimi, bu nedir, senin başka kimliğin yok mu demiş, amca bu lafa çok takmıştı, kuvay-ı milliyeyi bilmeyen subay mı olur diye...

Satranç turnuvaları, bilgi yarışmaları düzenlenir. Tahsin isminde bir arkadaş bu tür etkinlikler için yaratılmış, bir mizah dergisinde çalışmış, bilmediği yok. Amaç gözünü tavana dikmeyeceksin, düşmana inat bir gün fazla yaşayacaksın. Traş, banyo, spor,havalandırmaya bahçeye çıkmak, yemek saatleri, derken vakit gitmiş.

Koğuşlarda kavga olamaz. Kültür düzeyinin yüksek oluşu ve kişilerin tek başına düşünülemeyeceği bir ortam var. Filmlerde gördüğümüz sivil hapishanelerdeki gibi koğuş ağası, ağanın haraççısı falan yoktur.Koğuş başkanı seçimle belirlenir. Soldaki farklı grupların ittifakları seçimi belirler Seçimden önce adayın kaç oy alacağı bellidir.Bu sayıya ulaşacak siyasi görüş, adayını açıklar. Yarıdan bir fazla oy alan seçilmiş olur. Oylama açık yapılır. Cezaevi yönetiminin istemediği adam seçilse bile, başka seçenek olmadığından, yönetim başkanı tanır.

Sıra geldi bizim islah edilmemiz için uygulanan yöntemlere. Sıcak suların kesilmesi, havalandırmaya girip çıkarken bazı gençlerin gardiyanlara kaptırılması, bunlara dayak atılması, mektup yollama yasağı, görüş yasağı(Bunlar yargı denetimi dışı)gibi yöntemleri geçelim. Esas, eğitim yollu islah etmek, bunu çok önemsiyorum.

Ders: Tarih
Öğrt: Dnz. Subayı
Konu: Ankara savaşı, Osmanlılarda savaş düzeni, atlı sipahilerin önemi, mancınıkçılar, lağımcılar. Hocamız anlattıkça anlattı. Arasıra coşuyordu, kendini iyice derse vermişti. 80 Kişilik koğuşta diğer derslerde olduğu gibi sesizlik hakim. Dersi bitirdi. Soracağınız bir şey var mı? Yok. Anlamadığınız bir yer var mı? Parmak kaldırdım: Özür dilerim, buranın en az okumuşu benim, sen bunları niye anlattın ben onu anlayamadım...Hoca üzerine buzlu su dökülmüş gibi oldu, bir müddet şok, sonra kızgın bir şekilde, tarihini bilmeyen uluslar yaşayamazlar, dedi. Karabük'lü maden mühendisi arkadaş parmak kaldırdı. Evet arkadaşlar, tarihi bilmek zorundayız, hocamız haklıdır, ancak savaş neden çıkmış, toprağın mülkiyeti kimindir, hangi ürünleri üretirler, nasıl paylaşırlardı, bunları da bilmemiz gerekir sebep sonuç ilişkisi açısından, dedi.

Hoca bir daha ders vermeye gelmedi...

Ders: Türkçe
Öğrt: Dnz. Subayı
Konu: Yazarlar, hikayeleri, romanları; şairler .. Anlatıyor anlatıyor, bir tane sol düşünceden yazan çizenden, koskoca Nazım'dan bahsetmiyor. Kurtuluş savaşı destanından bahsetmiyor. Hatırlatmak zorunda kaldılar. Nazım'a saygısızlık içeren bir de laf etti. Kızdığımızı anlayınca, yarın da Nazım'ı anlatırız. dedi. O da bir daha gelmedi.

Ders: Din Dersi
Öğrt: Dnz. Astsubay
Konu: Peygamberin hayatı, Kur'an, İman, Hadis...Hoca anlatıyor, koğuş sessizce dinliyor. Dersin sonunda hoca "Arkadaşlar hadi hep birlikte kelime-i şahadet getirelim" demez mi... Uğultu yükselmiş, protesto gelmeden başkan müdahale etti.
Sayın hocam, bunun sana verilmiş bir görev olduğunu bildiğimizden, ayrıca sana olan saygımızdan sessizce dinledik. Haddi aşmayalım, gibi bir şey söyleyerek devam etti. Sözkonusu inanmaysa arkadaşlarımız bilime inanırlar..Hoca koğuş kapısına bir göz attı. Cezaevi yönetiminden kimsenin olmadığına kanaat getirdikten sonra "Arkadaşlar ben de inanmıyorum ama, nihayet spor yapmış olurum, diye düşünüyorum". Bu hoca da bir daha gelmedi...

Böylelikle, islah edilemeden desler bitti. Aslında bunlardan ben ders çıkarsam ne olur, çıkarmasam ne olur. Ders çıkartacaklar çıkartsın.

Koğuşumuza subaylardan oluşan bir denetleme heyeti geldi. İyileştirmeler yapacaklarmış, sorunlarımızı, isteklerimizi yazıp çizdiler, gittiler. Gazetelerin bazıları ile Uygarlık Tarihi (S.Tanilli), Devlet ve Demokrasi(S.Tanilli), kitaplarının girişi serbest edildi. Radyo alınmasına müsade edildi.

İdare yolladığınız mektupları okur. Size gelen mektupları da okur. Bazılarına çaktırmadan el koyar. Tahliye olunca dolabımdaki bana gelen biriktirdiğim mektuplarım yok olmuştu.

Ziyaret: idare sana ceza vermemişse 15 günde bir tel kafes arkasından görüşebilirsin. Avukatınla görüşmeye müsaade ederler. Gerçi bizi savunan Zonguldak Baro başkanı avukat abimiz bizi savunurken kendisi tutuklanmış, bir daha görmedim.

Bir sonraki yazım, tutukluların ekonomik durumları, ihtiyaçların giderilmesi, gelen paraların nasıl kullanıldığı ile ilgili olacak.

8 Şubat 2010 Pazartesi

GÜLLÜBAHÇE -2-

12 Eylül Askeri Darbesinin bizlere tahsis etmiş olduğu Gölcük Güllübahçe askeri konuk evine alıştık. Havalandırmaya giriş çıkışlar, sayım, yemek alma, bulaşık yıkama, dışarıya sipariş verme, ziyaret saati,oynayabileceğimiz oyunlar vs. Tüm kuralları öğrendik. Askeri hapishane olduğundan askere ne uygulanıyorsa bize de o uygulanıyormuş.

Geldiğimizin ilk haftası, üzeri numara yazılı dikdörtgen tahta boynumuza kolye gibi asıldı, fotoğraf çektirdik. Fotoğrafın göğsündeki numara okunacak şekilde(Daltonların çızgili pijamalarının göğsündeki numaralar gibi.)

Oyunlardan satranç ve domino serbest. Satrançlar el yapımı. Genç yetenekler ekmek içinden şekerli su ile (belki limonda var)hamur yapıyorlar, hamur kıvama geldiğinde şah, vezir, piyon, kale, at ve fil yapıyorlar. Üretim fazlası olduğundan bizim yapmamız gerekmiyor, bize veriyorlar. Orada yapılan satranç takımı kadar güzelini piyasada bulamazsın, nasıl boyuyorlar bilmiyorum. Domino taşları kartondan yapılma eskidikçe yenisini yapıyorlar.

Bizim kaldığımız koğuşta aynı davadan üç arkadaşız.Ben, Haşim ve Hayrettin.
Haşim sendikanın bir önceki sekreteri, Hayrettin daha önceki şube başkanı. 11 Eylül itibarı ile işyeri baş temsilcisi, ben de sendikanın şube başkanıyım. Daha önce Haşim'ler yönetimdeyken baştemsilcilik yaptım.

Koğuşumuzda başka sendikacı arkadaşlarımız da vardı. Mesela beni satrançta sürekli yenen Aster-İş şube başkanı (Rahmetle anıyorum)Cihan Abi, Eskişehir Maden-İş bölge temsilcisi Dursun Abi. Dursun abinin sendikası Disk'e bağlı olduğu için savunmasını onbeşe yakın avukat üslendi. Biz Türk-İşe bağlıydık,hatta Genel Merkezimiz yattığımız yere çok yakındı. Bırak avukat tutmayı ziyarete bile gelmediler.Ben zaten beklemem de. Haşim çok güveniyormuş genel merkeze, aranmadığı için çok üzüldü. Genel merkez genel sekreteri yapılan milletvekili seçimlerinde üstten veto yiyenler olunca Halkçı Partiden milletvekili oldu.

Haşim'e çalıştığımız yıllarda ninemin bir öyküsünü anlatmıştım. Ninemin "Umamıyom oğul umamıyom" dediği bir öyküydü. Haşim bunu unutmamış. Havalandırma saatine çıktığımız günlerden bir gün volta atarken, düşünüyorum ama kendime bir suç bulamıyorum, iyi düşün, ceza gerektirecek bir suç işledik mi Haşim ? dedim, yoo dedi. İşte bu yüzden. İlkbaharda hasret bitiyor tahliye oluyoruz. Umamıyom oğul, umamıyom... Haşim sen ninemi boşver, dedem cephelerde savaştığı için on yıldan fazla beklemiş, o ummayabilir ama ben umuyorum.

Hayrettin'le arkadaşlık yapmak zordu. Haşim'le iyi arkadaşlığımız vardı. İkimiz de dominoyu severdik, oyunda mızıkçılık olmazdı. Hayrettin'le oyunun sonunu getiremezsin(Kulakları çınlasın).

Havalandırma saati gelmiş dışarı çıkacağız. Haşim, ben çıkmıyorum, dedi. Olmaz, deyip birlikte bahçeye çıktık. Tek kişi volta atmak sarmıyor. İki kişi konuşarak volta atması iyi oluyor. Bazen eksik adam varsa futbola katılıyoruz. Haşim birkaç defa daha çıkmak istemediğini söylediyse de ben onu çıkartmadan kendim çıkmadım.

Sabahın erken saati. Bir çığlıkla koğuşta yatanlar fırladık. Çığlık atan çocuk tutulmuş, anlatamıyor, sadece Haşim abi, diyor, banyoyu tuvaleti gösteriyor. Haşim arkadaşımız banyoda yastık kılıfını su borusuna bağlamak suretiyle kendisini asmış.
Cezaevi yönetimi, savcı geldi. Eşofmanlı çoraplı bir vaziyette battaniye ile koğuştan alıp müdüriyet tarafına götürdüler. Artık tahliye olmanın da bir anlamı kalmadı, dedim, gözlerim su kaçıran musluk misali, yatağın kenarına yığıldım.

Üzerini soyarken mektup çıkmış, savcı okuyuvermiş. Dinleyenler arasında Hayrettin de olduğu için yazdıklarını bana anlattı."Arkadaşım Zeki, Hayrettin. Çoluk çocuğum size emanet, arkadaşlarımın yüzüne bakamam, sebebi Komiser.......ile Astsubay.......dır.". Ogün bu gündür ne çoluk çocuğunu tanıdık ne bir yardımcı olabildik.

Bu olaydan birkaç gün sonra bizi savcılığa çağırdılar. Savcı ile başbaşa kalınca, rahmetli bıraktığı mektupta sebep olanları yazmış, soruşturma açın, ne olur dedim. Oğlum bana verilen görev kendi kendini mi astı yoksa başkaları mı astı onun soruşturmasıyla sınırlı. Anlıyorum sizi, dedi.

Anladığımız kadarıyla, arkadaşlarını suçlattırıcı zora dayalı ifade almışlar. Haşim de bunu gurur meselesi yapmış, canına kıymış. Bunu bana söyleseydi hiç bir arkadaşının ona darılmayacağını bilirdi. Zora dağlar dayanmamış. Seka'da onunla çalışma mutluluğunu yaşayan her arkadaşımız bilir ki çok sevilen bir şahsiyetti. Sendikacı olmaktan başka hiç bir şeyi yoktu. Anılarımda ona yer vermek suretiyle ona olan saygı ve sevgimi göstermek istedim, hepsi o kadar.

Onurlu bir davranış mı,teslimiyetçilik mi, koğuşta çok tartışıldı. Nur içinde yat sevgili arkadaşım.