23 Mayıs 2010 Pazar

ON YILLIK İSYANIM

Güzel toparlayabilirsem sizlere önemli şeyler söylemek istiyorum.

"Kerbela'yı bilmeden nasıl ki İran devrimini anlayamazsak,12 Eylül'ü bilmeden bu gün için neler olduğunu anlayamayız" diye başlayan ilçe kongresindeki sözlerim devam ediyor.Söz parti yönetimine doğru gelirken,divan başkanı, gündeme gel diye ikaz ediyor.Gündem bu değilse nedir? diyorum.Bu müdaheleler yüzünden sinirleniyorum, konuşmak istediklerimin sırasını bozuyorum.Belki de Türkiyede ilk defa yazılı olmayan kongre gündem maddesi icat ediliyor, film ve slayt gösterileri, parti değiştiren döneklere plaket verme törenleri yapılıyor. Faaliyet raporunu eleştirmeye zaman kalmıyor. Zaten rapor, genel başkana bağlılık ve yapılan ihraçların faaliyet olarak sunulması. Müdahaleler arasında konuşmamı sürdürmeye çalışıyorum. Oturduğu yerden bir delege laf atıyor, "Uzattın, bizim konuşma süremizi gasp ediyorsun". Bunu diyen vatandaş SHP zamanında İl Genel meclisi adaylığı için ön seçimde benimle yarışmış, ben birinci olurken o ikinci olmuş, buna kızıp başka partilere gitmiş oralarda bir yerlere gelmek istemiş, olmayınca ön seçim yapmayan CHP'ye geri gelmiş birisi. Plaketini almış onurlandırılmış. Otur yerine ben senin gibi döneklikten plaket almadım, dedim. Konuşma süreleri konuşmacı sayısına göre sınırlanabilir,on senedir zaten benden başka konuşan yok. Kongre üyeliğini (delegeliği)İlçe başkanı tesbit ediyor delege yaptığı adamlar da onu seçiyor.Kongre üyesi değilsen konuşma hakkın yok.Bu kongrede Delegeyim.

Daha önceki kongrelerde konuşabilmek için ilçe başkanlığına aday olmuşluğum bile vakidir.

Gökçebey ilçe olmadan belde başkanlığı görevindeydim, daha sonra ilçe yönetimlerinde sekreterlik görevlerinde bulundum. Bir seçim geleneğinden geliyorum. SHP ön seçimsiz bir şey yapmazdı.Bana bu bile yeterli gelmiyordu.Genel merkezde üye yazımında üye yaptıklarımızın listesini veriyorum. Genel sekreter yardımcıları var, Arkadaşlar üyeyi delegeyi biz seçiyoruz onlarda bizi seçiyor karşılıklı paslaşıyoruz dedim. Hepsi tepki gösterdi olmaz öyle şey! Oluyor dedim, ortam buna müsait,siz yapmayın. Biz yapmasak başkası yapar denildi. Aslında biz ilçe örgütü olarak delegeleri sandık koyarak seçimle tesbit ederdik.Parti içi demokrasinin işletilmesi konusunda o dönemin İlçe Başkanı Alirıza Karademir'in hakkını yememem lazım.

Tekrar dönelim kongreye. Elimde iki kitap var, konuşmama kitaptan alıntılarla devap ediyorum. Divan Başkanı tekrar uyarıyor, gündeme gel, diye. Arkadaşlar bu sefer Sarıgül diye bir yapılanma var bildiğiniz gibi. Bu DSP hareketine benzemez, her mitingi yüzbin kişi yüzellibin kişi kaldırır. Divandan bir müdahale daha...Devam ediyorum çıkış yolu göstermeye çalışıyorum. Açıkçası bu genel başkanı yolcu edin demeye getiriyorum. Bana bozulanları görüyorum.

Neyse geçtiğimiz hafta genel başkan istifa etti. Ağlayanlar, geri dön diyenler....Misafirimiz var, tesadüfen gördüm partinin önünden geçerken.
Zonguldak milletvekilimiz Gökçebey'e geri dön çağrısını örgütlemeye gelmiş olabilir. Hoş geldiniz dedim, Hoşbulduk, senin kitapları getiremedim dedi, belediye başkanımız da var. Kalkıldı Belediyeye çay içmeye gidecekler. Sıvışayım dedim milletvekilimiz seninle yanyana yürümeyi arzu ediyorum, millet görsün istiyorum dedi. Olmaz diyemedim ama yüz metrelik yolu yanyana yürürken yerin dibine girdim.Bir kongrede bulundukları konumları birisinin sayesinde elde etmiş olanlara saygı duymam demiştim. Şimdi kolkola nasıl yürüyebilirim? Üstelik kendisini bir gecede milletvekili yapan genel başkanı geri çağırmayı amaçlamak için gelmişse...

On yıllardır bizi ağlatan ülkemizi ne olduğu belli olmayan insanların görüşlerine teslim eden bir genel başkan ve anlayışından kurtulduk sayılabilir.

Bir insanın istifası tüm ülkeyi sevince boğuyorsa, bu, o kişi için kasetten daha vahimdir.

13 Nisan 2010 Salı

BİR OLAY BİR ANI

Geçtiğimiz hafta Cumhuriyet Halk Partisi İsparta il kongresinde konuşma yaparken Mehmet Nuri Aydemir kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.Kadı takma isimli bir arkadaşım vardı,Ona ismiyle değil lakabıyla hitap ederlerdi.Çaycılık kahvecilik yaparak kendisine bakardı.Kadı'yla anne tarafından uzak akrabalığımızda varmış.Tanıştığımızda Ereğliden gelmiş Gökçebeye bilardo salonu açmış,işler iyi gitmediğinden onları satıp çay ocağı işletmeye başlamıştı.Çay ocağında siyaset sohbet her şey konuşulurdu.Tam bu sıralarda milletvekilleri ön seçimleri var Karabüklü işçi bir arkadaş milletvekili aday adayı olmuş (Sodep veya SHP den iyi hatırlayamadım)Kadının çay ocağında konuşuyor destek istiyor.Kadı hep patronlar gideceğine işçilerdende meclise giden olsun sana tam destek diyor.SODEP zamanında tüm üyelerle ön seçim yapılırdı.SHP döneminde yargı denetiminde delegelerle ön seçim yapılırdı Şimdi genel başkan önseçimi kendisi yapıyor.Kadının desteklediği işçi liste birincisi oldu.Karabük henüz il olmamış Zonguldak birinci sıra milletvekili adayı Karabüklü işçi arkadaş.Seçimler yapıldı karabüklü işçiler arkadaşlarına oy vermediler alınan toplam oylar seçilmesine yetmedi.Bir seçimde Seçim sandık kurulunda partiler adına görev yapıyoruz,baktım aynı sandıkta Kadı'da var aynı partiden iki kişi olmaz kadı dedim sen işine bak dedi,meğer Halkçı partinin temsilcisiymiş..
Yerel seçimlerde SODEP adayını destekledik Adayımız Kamil abi seçimi kazandı.Yaptığı çalışmaları hizmetleri gören vatandaşlardan oy veremedim diye üzülenler oldu.Daha sonra Kadıyla eyerci seçim çalışmalarına gittik SHP adayını destekledik kaybettik.
Kadı belediyeye işe alındı.Çeşitli görevler verildi En son ırmak yatağından kum alan traktör ve kamyonlardan belediye adına makbuz karşılığı para alacaktı.Bu işi kısa bir müddet yaptı Başkan, Kadının görevine son verdi.Rica ettiysekte göreve tekrar başlatılmadı.
Zaman çabuk geçiyor,bir sonraki mahalli seçimler geldi.eskiden desteklediğimiz Kamil abi ilçe karşılığında SODEP ten ANAP'a geçti ANAP'tan aday yapılmayınca DSP den aday oldu Sodep Halkçı parti birleşerek SHP olduğu için Kadıyla ben SHP adayını destekliyoruz Partinin belde başkanıyım Konuşmalar benim kontrolümden geçiyor.Konuşma metninde kötü bir şey yok müsade ettim Kadı mikrofonda ben her an sesi kesebilecek durumda kadının arkasındayım iki katlı binanın penceresinden konuşuluyor.Kadı liste dışı birşey söyleyecekti kim bu biliyormusunuz diye sordu,durakladı, önce dirseklerini kürsüye koydu arka üstü düştü.Tüm çabalar boşuna..Kadı'da İspartadaki vatandaş partili gibi aramızdan ayrıldı.Her ikiside nur içinde yatsın Kamil abi keşke kadının işine son vermeseydi,yaptığı hizmetlerinden dolayı onuda duaya dahil etmemiz gerekiyor..

1 Nisan 2010 Perşembe

TESKERECİLER GECEMİZ

Yirmiüçbuçuk aydır askerim. Onbeş gün sonra vatan görevim bitmiş olacak. 47/3 tertipler olarak iyi bir veda gecesi yapacağız. Veda geceleri için bando bölüğünden arkadaşlarımız hazır. Yer olarak Kışlanın ortak kullandığımız yemekhanesi(aynı zamanda gazino).Organizasyonda neler yapacağımız, ne ikram ederiz, bunları tartışıyoruz. Her bölükten aynı tertip arkadaşlarımız var,veda gecesi ortak yapılacak. Teskereci sayısı 16 kişi veya 17 de olabilir. Bunlardan biri ben, birisi Üçburgu'dan Haydar Öztürk, diğeri Bılık köyünden Cafer Karakaş. Yani teskerecilerin üçü Devrek'li olmuş oluyor. Buraya kadar her şey normal. Veda gecelerine yüzbaşımız veya diğer bölüklerin subay astsubaylarından katılanlar olurdu. Ne olduysa bundan sonra oldu. Şeytana uymak diye birşey varsa tam bizim için söylenmiş bir söz.

Teskereci arkadaşlardan birisi Hamza isminde, aslen göçmen olan, bölüğün hamamına bakan İstanbul'lu bir asker. Toplantıda dedi ki "ya arkadaşlar, belasız kazasız askerliği bitirmişiz, şükür mahiyetinde mevlit okutturalım". Bir kısmı haklı dedi, bir kısmı eğlenelim dedi. Aslında ben ne dersem o olurdu,adil olsun diye oylama yapalım dedim. Ben ve hemşehrilerim eğlenceye el kaldırdık, diğerleri, mevlit diyenler oylamada bizi geçti. Bizden önce de bazı tertipler yemekhanede mevlit okutmuşlardı.

Yarı gönüllüyüm akşama mevlit okutturacağız. Veda gecelerinde kurulan ses düzenini yine kurduk (Aklımız durmuş..Mevlitte ses düzeninin ne işi var).

Yemekhanede asker okuyor ses hoparlörlerden normal olarak dinlenecek kadar. Aylardan Temmuz, hava sıcak, yemekhanede millet sıkıldı, aslını sorarsan dinleyen de ayıp olmasın diye dinliyor. İşte bu sırada yemekhane dışına çıkanlar için sesi yükseltmişler askerin biri hoparlörün birisini dışarı çıkarmamış mı. Bir cumartesi akşamıydı, subay lojmanlarına karşı kışladan mevlit sesi(yazarken utanıyorum). Neyse nöbetçi subayını arayıp cihazı kapattırmışlar. Nöbetçi subayı lise mezunlarının yedek subay yapıldığı dönemin hakkından yararlanmış bir asteğmen. Çok kötü fırça yemiş. Telaştan Parola yazan zarfı nerede unuttuğunun derdinde. Başta söylediğim gibi şeytan ayağımıza dolaştı.

Sabah kışlaya askeri yargı mensupları geldi. Bizi yemekhaneye sokup tek sıra oturttular. Hazırlanmış soru kağıtlarını dağıttılar. Birinci soru, bunu kim organize etti.Ses cihazını kim kurdu. Yazıya kimse başlamamıştı. Ayağa kalktım, arkadaşlar birlikte düzenledik, herkes doğrusunu yazsın dedim. Askeri savcı "bir daha ağzını açma elebaşı mısın" dedi. İfadeleri yazdık verdik. Bizi aldı mı bir korku. Askerliğimiz yanacak, hapis yatacağız. Rahmetli hemşehrim Haydar "Sen kibar adamsın hapis yatamazsın, benim üzerime at" demişti. Subay ve astsubaylar olayın çok korkunç olduğunu söylüyorlar, hatta bizim cezalandırılmamızı istiyorlardı.

Geceleri kabus görüyorum. Merkez komutanlığını iyi bilirim, telefonlerın bakımını, pil değişimini ben yapardım. Ordu Spor'un kalecisi Hüsnü ile kız öğretmen okulu tarafında gezmişiz, o bölge askere yasakmış. Merkez komutanlığında nezarette kaldık üç saat kadar. Bereket bizi arayıp da kurtardılar.

Mahkemeye falan çağıran olmuyor. Günde bir iki kilo zayıflıyor gibiyim, içimin yanmasından yemek yiyemiyorum. Ceza gelse bile ben gittikten sonra arkamdan gelsin diyorum. Kademenin başçavuşuna yüzbaşıya söyleyiver, üzerimdekileri teslim edeyim beni teskereye yollasın, dedim.

Başçavuş ikindi vakti "hiç sesini çıkartma sen şu anda hapis yatıyorsun" dedi. Askeri yargı mahkeme edilmelerine gerek yok kararı vermiş, olay kapanmış... Ceza işi bizim Yüzbaşıya bırakılmış, bu askerlerin cezalandırılıp verilen cezaların bildirilmesi istenmiş. O da bize hissettirmeden cezalandırmış. Yaşıyorsa ellerinden öpüyorum Lütfi yüzbaşımın. Herkesin başına iş açtığımızdan özür diliyorum.

Sevgili Yüzbaşım yine duramamış olacak ki neyin varsa teslim et, dedi, yarınki günlerde elime izin kağıdını verdiler. Gece 24-01 saatleri arasında Ankara-Zonguldak trenine bindim. Asker arkadaşlarım beni trene bindirene kadar istasyondan ayrılmadılar. Askerlik borçlanmasını yaptım. Askerlik hizmeti= 720 gün yazıyor. 24 Ay askerlik benimle son buldu. Benden iki ay sonra askere gelenler 22 ay askerlik yaptı.

Burada askerlik anılarımı bitiriyorum. Bütün bu yazdıklarımın şimdiki askerlikle ilgisi yoktur, 40-50 yıl öncesinin askerlik anılarıdır. Örnek, şimdi telefonlar merkezi bataryalı, o zaman biz pil değiştirirdik.. Yazarken yaşıyorum, yazmamak için bilgisayardan adeta kaçıyorum ne hikmettir anlamadım.

(ER MEKTUBU GÖRÜLMÜŞ, OKUNMUŞTUR. Lami)

ÇANKIRI' DAKİ ASKERLİK ANILARIM

Kendi isteğimle geldiğim Çankırı muhabere bölüğünde bir haftalık oldum. Bir kışla içinde piyade, levazım, bando ve muhabere bölüğü var. Kışla komutanı aynı zamanda bizim bölük komutanı, rütbesi yüzbaşı.

Yeni olduğumuz için gece devriye nöbeti tutuyorum. Nöbet çizelgesinde haksızlık yapıldığını tesbit ettim. Bu çizelgeyi yazıcının yaptığını öğrendim. Yazıcıdan herkes korkarmış. İtirazı bırak, adamın yatağını bile erler toplayıp düzeltiyor. Yazıcıyı çağırdım, listenin yanına getirdim, bu kişiye neden haksızlık yaptın, dedim. Der-demez, yaptığı kasıtlı davranışını küllemek için bana yumruk sallayarak dövmeye kalkıştı, bende salladım, ikimiz de birbirimize vuramadık ayırdılar. Çankırı'da çocukluğumun bir bölümü geçmiş, benim evimde beni mi dövecek diye son derece kendimden eminim.

İki üç gün sonra...Başçavuş seni çağırıyor, dediler, yazıhaneye girdim. Arkamdan kapı kapatıldı, yazıcının elinde lastik inzibat jopu, yanında fedai olarak bölüğün postası Keramettin. Şimdi konuş bakalım, derken bir yandan jopla bana hafif yollu vuruyor yazıcı. Kapatılan kapının arkasında ayak sesleri ve buzlu camdan gözüken gölgeleri. Anladım yazıcının yeni takviye kuvvetleri. Sopayı yiyeceğiz belli oldu. Postu pahalıya getirelim, diyerek kapıştık. Dışarıdakiler de içeri girdi, kafamı aşağı aldılar, sırtıma yumruklar iniyor kalkıyor. Alttan midelerine vurmak istiyorum, mesafe dar olduğundan etkili olmuyor. Her nasılsa bütün gayretimle doğruldum, kendime kaçacak kadar yer açtım, yazıhaneden koridora çıktım. Ellerim iki kişi tarafından tutulu vaziyette, bırakmadılar. Tef gibi gerilmiş şekildeyim, posta Keramettin tam burnumun üzerine bir yumruk vurdu.kendimden kısa süreli geçtim, burnumdan kan boşandı. Beni bıraktılar, koğuşa gidip yattım.

Sabah nöbetçi çavuşu, olayı bölük başçavuşuna anlattı. İnanmıyorum böyle bir şeye, dedi yüzüme bakarak. Gözümden yaş boşandı.Başçavuş çağırttı da kendisi kayboluverdi mi, yoksa yazıcının marifeti mi anlayamadım. Anladığım, Başçavuş haberliydi.

Bir gün sonra yemekhanede elinde tabakla Keramettin çorba almaya geliyor benden tarafa doğru. Nasıl bir toparlayıp sol direk birkaç kroşe... Keramettin'i indirdim.

Bölük toplandı, çavuş tekmil verecek. Ben de Kemalettin de ön sıradayız. Başçavuş bir bana bakıyor bir Keramettin'e, inanmıyorum böyle şeye, demedi. isterse inansın isterse inanmasın, Keramettin'in göz kapalı yüzüyle dümdüz.

Yüzbaşıya çıktım. Ben buraya istek hakkını kazanarak geldim ama hayal kırıklığına uğradım dedim, olup bitenleri buradaki gibi anlattım. Yazıcı sürüldü çarşıdaki haber merkeze gitti, yerine benim arkadaşım yazıcı oldu. Beni de şoför kursuna yollamak için heyet raporu almaya Ankara'ya yollayacağını söyledi.

Keramettin sakat olduğundan altı ay askerlik yapacak ama, o da heyet için Ankara'ya gidecek. Evraklar yapıldı, bana teslim edildi. Ankara Askeri hastanesine adamlarla birlikte teslim edeceğim hepimiz göz kulak vb. heyete gireceğiz. Çankırı'dan trene bindik . Keramettin korkudan uyumadı. Hastanede fotoğraf çektirdik parasını vereceğim, adam arkadaşın verdi, dedi, Keramettin vermiş. Geçmişi tümden unuttum.

Şoför kursuna gitmek istemiyorum. Göz'den girdim, harfleri doğru okuyamıyorum, doktor tam sağlam yazdı. Sinir doktoruna girdim, uzat ellerini uzattım titretiyorum. Serbest bırak, yine titretiyorum. Sen ne iş yaparsın? Radyo tamircisiyim, söylesene. Şoför olamaz yazdı. Çankırı'ya döndüğümüzde ben dört aylığına da olsa Konya'ya soför kursuna gitmemeyi garantiledim.

Daha sonraları mesleğim sayesinde bölüğün en sevilen adamı oldum. Başarılı askerler panosuna resmim asıldı.

25 Mart 2010 Perşembe

TELSİZ TEKNİSYENİ OLMAK

Askerlik hatıralarına devam ediyoruz. Dört ay acemilik bitti, derken bir dört ay acemilik daha başladı. Burası Teknisyen Bölüğü. Burayı bitirenler Çavuş olmakla kalmaz, meslek sahibi olurlar. Bölümleri:Foto,İkmaluzman,Teknik ressam,Yüksek hız, Telsiz teknisyen,Antrak-kramportör. Sadece telsiz teknisyen takımına sınavla alıyorlar. Yapılan sınavda üçüncü olmuşum. Modern Çarşıda gördüğüm radyo telsiz teknisyenliği kursu işe yaradı.

Elektrik esasları,Atelyecilik,Elektronik esasları üzerine dersler başladı. Bunları ayrıntılı yazmamın sebebi, dağıtım olmaktan korkuyorum, birinci olursam kura çekmeyeceğim, kendi vilayetim hariç istediğim yere verecekler. Elektrik esaslarında sanat okulu elektrik bölümü mezunları 100 alırken ben 85 alabildim. Ders süresi 15 gündü. ikinci hafta yine onlar yüz aldı ben 85.

Elektronik esaslarına geçince ben 100, arkadaşlar 90-95 alıyorlardı. Toplam atelyecilikle birlikte 16 yazılı sınav, bir de sözlü sınav olduk. Listelerin asılmasıyla genel ortalamamızı, istek hakkına gidip gidemeyeceğimizi öğreneceğiz. Tesadüf bu ya, başa güreşen arkadaşların hepsinin soyadı A ile başlıyor, Albuz ,Alakuş gibi.

Her gün bakıyoruz listeler asılmamış, derken haber geldi. Bir arkadaş birinci, Celal Alakuş. İkinci falanca, üçüncü falanca. Beni söylemedi. ilk üçte yokum, şok oldum. Kendime geldiğimde, bir bakayım şu listeye kaç puanla kaçırmışım istek hakkını, dedim. Listeye isimler tarafından baktım, dördüncüyüm. Notuma baktım, 98. diğerlerinin daha az. Heyecanlandım. Listenin soyadı sırasına göre yapıldığını anladım, birinciyim. Daha önceden isteyeceğim şehiri belirlemişim, ver elini Çankırı diyorum içimden.

Dağıtım günü kuralar çekiliyor, sıra bana geldi. Karşımda masa etrafına dizelenmiş subay, astsubay ve yazıcı erlerden oluşan dağıtım komisyonu. Komisyon başkanı subay, iste bakalım, dedi. Çankırı deyince hopladı, Antalya'yı gördün mü, hayır komutanım, İzmir'i gördün mü? Hayır. Ne var Çankırıda? Seni bir yere vereceğim kademe (Askeri tamirhane) denize bakıyor denize gir çık işine bak. Ben Çankırı'yı istiyorum.

Düşünmen için sana beş dakika veriyorum. Çağırdı beni, neden Çankırı, dedi. Orada babam görev yaptı, ben orada ilkokulda okudum, dedim. Çaresiz imzaladı...

Kurslarda yeterli notu alanlar, gittikleri yerde boş kadro varsa çavuş rütbesi takarlar. Kurslarda yeterli puanı tutturamayanlar Kurmay Onbaşı olarak kalırlar. Muhaberede yazı tura onbaşısı yoktur. Tabii 50 yıl önce öyleydi.

Hafta iznine Köstence'ye gittiğimi, ben gidemesem Abimin, yengemin, çocukların beni ziyarete geldiğini de yazmam lazım.
Şu anonsu hiç unutmam; Mamak nizamiyesine ziyaretçisi gelen erler...Zonguldaklı Zeki Albuz ... ve devam eder ülkenin dört bir yanından gelenlerin askerdeki yakınlarını çagırmaları.

24 Mart 2010 Çarşamba

ASKERLİK ANILARIM

En çekilmeyen bir şey varsa arkadaşının askerlik anılarını anlatmasıdır. Hatta bizim zamanımızda buna anı denmez, askerlik hatıraları denirdi. Hatırda kalanlar anlamında. Birisi anlatmaya başlarsa diğerleri hep dinleyecek değil ya, onlar da anlatırlardı en ince ayrıntılarına kadar. Ben de size askerlikten hatırımda kalan anılarımı anlatarak çekilmez olmak istiyorum.(1983 yıllarından buyana doğu ve güneydoğu bölgelerimizde bizzat görev yapan askerlerimizin anlatacakları başlarından geçen olayları, çekilmezlik kapsamı dışında tutuyoruz.)Yine bizim zamanımızda askerliğe Vatani Görev denirdi.Bu görevi yapmak kutsaldı.

Askere sevk için askerlik şubesine gittik. Mamak Muhabere Okulunda 28.7.1967 tarihinde hazır olacağım.

Mamak Muhabere Okulu Nizamiyesinde Mehmetçik Gazinosunda çaylar içiliyor. Recep Abim, Yengem (Feride) beni teslim edecekler. Amcamın oğlu Zühtü Muhabere okulunda çavuş, gelip beni alıp götürecek. Zühtü geldi, hoşbeşten sonra vedalaşma ,yarı ağlama. Beni aldı, kayıt kabulde kendi bölüğüne yazdırdı. Elbiseleri aldık çuval gibi, askerlik bir demiş oldu.

İlk vukuatım daha ilk günü yemekhanede oldu. Masa başına oturmuşum, yemek dağıtılıyor, tabağı uzattım, yemeğimi doldurdular önüme koydum. Tam yiyecektim enseme bir tokat geldi Doldurulan tabağı ileri uzatacakmışım, en son kendime alacakmışım. Bu tokattan sonra yemekhaneye girmiyorum, kantinden birşeyler alıp yiyorum. Üç gün geçti akşam üzeri sactan yapılmış koğuşların arasında bizleri topladılar, çavuşun biri kim bu Zeki Albuz, çıksın, dedi. Birincide çıkmadım, ikincide beni çağırdıklarından emin olarak çıktım. Lan sen dayı mısın bulaşıkta sabah yoksun öğle yoksun akşam yoksun.

Paçayı soyadından yırttık herhalde. Ben yemekhaneye gitmeyen bulaşık yıkamaz zannediyordum. Madem bulaşık yıkayacağım, o zaman yemekhaneden yerim dedim.

İkinci vukuatım yemin merasiminden sonra oldu. Bizlere nöbet yazmışlar. Bizden bir ay önce gelenler(Devre kaybı)Devriye, biz nöbetçiyiz. Devriye Konyalı bir arkadaş beni eğitim çadırına bıraktı. Çadırda kazma kürekler var. Bana uyumamamı tembih etti, seni deneyeceğim bir şey çalarsam komutana teslim ederim. Ben gelsem bile parola ve işaretini soracaksın, hatta birinci takım çavuşu kim gibi sorular da sorabilirsin. Arkadaşım ben uyumam burası çok karanlık ben gece iyi göremem sakın ha bir şey çalma rica ediyorum. Çadırın etrafı açık döne döne nöbet tutuyorum fakat bir şey görülmüyor. İki üç dakika hareketsiz durup birden zıplayıp arkaya dönerek, davranma, diyorum, ses yok. Böyle bir saat geçmiştir. Aniden geriye dönerek kıpırdama, dedim. Tamam bravo, yakaladın, dedi ama ben yine görmüyorum. Yanıma yakın çağırıp durdurdum, ellerini havaya kaldırttım, parolayı bildi, işaretini bildi, ikinci takım çavuşunun soyadını yanlış söyledi. Bir aylık bile olmamış bir askerim
, adamı biraz hırpalayıp teslim aldım. Kelepçe olsa takacağım kaçmasın diye. Bir süre sonra, beni bırakmazsan sen de değişemezsin, diğer nöbetçiler de değişemez dedi. Bıraktım gitti.

Yarınki gün Zühtü, sen ne yaptın devriyeye? adamı hırpalamışsın, olmaz, kabahat bende, sana öğretmedim, devriye nedir nöbetçi nedir, bir daha sakın olmasın dedi.
Konyalı arkadaş bana darılmadı. Bu olaydan sonra onu kantine aldılar. Bana kimse bir şey sormadı, görevimin yetkileri fazlaymış herhalde.

Yaz sona ermiş, dört ay acemi eğitiminden sonra Teknisyen'e gideceğiz. Sobalar yanıyor, soba nöbetçisiyim. Sobanın üzerinde Şakir Zümre Zonguldak yazıyor. Bunun dilinden anlarım dedim, sobayı hemşehrim diyerek bir tavladım, kızardı. O sırada nöbetçi subayı geldi, kim bu soba nöbetçisi sen misin dedi, evet komutanım, dedim. Kulağımdan tutup benim yüzümü sobaya yaklaştırdı uzaklaştırdı, yanıyorum arkadaş ne yanma..Sen bunun kızartılmayacağını, kapaklarının açılmayacağını bilmiyor musun, dedi. Kulağımı henüz bırakmış değil, bunu da üçüncü vukuat olarak geçelim. 24 aylık askerliğin dört ayı gitti. Bütün bu yazdıklarım 50 yıl öncesinin askerliği şimdikiyle ilgisi yok diğer bölümleri gelecek yazımda...

9 Mart 2010 Salı

SESLENME SANATI

Ortaokulda Türkçe dersinde başarılıydım, karnemde 10 olduğu bile olmuştu. Sınıfta oturduğum yer en arkalarda olduğu için Türkçe hocamız Dicle Hanım beni en ön sıraya , iki kızın yanına oturtmak istedi,yok hocam burada iyiyim dediysem de kızların yanına oturttu. Bundan böyle Türkçe derslerinde yerin burası dedi. Fakat kızların yanında oturmak bana yaramadı. Arkadaşların gözünün üzerimde olması laf atmaları seslenme yeteneğimi eskiye oranla bozdu.

Girişte anlattıklarım Karabük'te oluyor.Sınıf geçmek, mezun olmak için Türkçe yeterli olmadığından tasdikname aldım. Üç dersi ne zaman verirsem diplomayı o zaman alabilirdim.Askerlik dönüşü orta bitirme sınavına Devrek'te girdim. Yönetmeliğin eskisine göre mi yenisine göre mi sınava girmem gerektiği bilinemediğinden, derslerin hepsinden sınava girdim.(Tarım ve İş bilgisi dahil)

Türkçe sınavında bir kompozisyon vardı, yazdım: diğer soruları da cevapladım. Bir hafta sonra Matematik sınavında gözlemci öğretmenin biri yanımda dikilerek "Türkçeden yazdığın yazı gerçekmiydi" diye sordu. Hayır, hayal ürünü dedim gitti. Demek adam etkilenmiş.İşte beni derinden etkileyen hayal ürünü olmasını çok istediğim gerçek bir olayı anlatayım sizlere.

Gölcük Güllü Bahçede mahkeme günü gelse diye bekliyoruz. Bizim gibi bekleyen çok. Mahkeme tek değil (ileriki günlerde koğuştaki konuşmalar arasında sizin davaya kim bakıyor, sorusu çok sorulurdu). Bu sıralarda koğuşa yeni gelenler oldu. Gelenler arasında Tuzla piyade okulundan Teğmenken ayrılmış veya görevine son verilmiş Ömer isminde (Soyadını vermiyorum)bir arkadaş da vardı. Tabii ismini sonradan öğreniyorsunuz. Ömer çok yakışıklı bir delikanlıydı. Bir keresinde havalandırma saatinde bahçede futbol maçında karşı karşıya geldik. Top ortada, Ömerle aynı anda topu sökmek için ayak koyduk, topu sökemedi yere yüzüstü düştü. Özür diledim. Kendisinden kaynaklandığını söyledi.

Ömerler hergün mahkemeye gidiyorlardı onbeş yirmi günde haklarında karar verildi. Karar: İDAM.

Karardan sonra da koğuşta birlikte kaldık. Siyasi görüş olarak kollektif sol olduğunu söylemişti. Bu görüşü ilk orada duymuştum.

Cezaevi yöneticileri koğuşa geldi, Ömer'e hazırlanmasını söylediler. Bana baygınlık gelecek gibi oldu, asmaya götürüyorlar zannettim. Önce hücreye alacaklarmış,infaz günü hücreden alıp asacaklar.

Ömer gayet soğukkanlı bir şekilde, gitmeden önce yemek masasının üzerine çıkarak bir hitapta bulundu (sesleniş). Öz olarak beni ortadan kaldırmak hiç bir işe yaramaz, fikirlerimizi ortadan kaldıramazsınız, dedi. Gerisi veda niteliğindeydi.

O gün bu gündür iyi hatipmiş güzel konuşuyormuş dedikleri adamların hiç birinin ne dediği aklımda bile kalmaz, önemsemem de.Bu sesleniş(Hitabet)unutulmayacak bir yer tuttu beynimde. Keşke idam cezaları olmasaydı...

Ben çıktıktan kısa bir süre sonra Hürriyet gazetesinin baş sayfasında iri puntolarla ÖMER ...... idam edilmişti haberi vardı.

28 Şubat 2010 Pazar

ARABA SEVDAM

Çocukluğumda bisikleti bile araba niyetiyle sürerdim. Ondan öncesi çember çevirmek, direksiyonundan itilen telden araba yapmak, yaz aylarında kabağı delip içinden süpürgelik geçirip ağır vasıta gibi sürmek ve de ağızdan araba sesi çıkartmak. Bunların hepsi araba sevdamdan geliyor.

1965-1966 yılları arası babama, araba alıp dolmuşçuluk yapsak ne olur, dedim. O sırada radyo tamir dükkanını açalı bir sene olmuş, işime bakmam, tamirhaneyi ilerletmem lazım. Kim sürecek arabayı, şöför tutarız. Babam beni sevindirmek için olan parasını (12 bin lira)bana vererek, Recep abinle bakın bakalım, diye Ankara'ya yolladı. Demiryolunun şoförü, abim ve ben o zamanın galerilerini gezdik. Bizde henüz köy yolları yapılmamış olduğundan bize uyan jip türü bir dolmuş(çift diferansiyel şimdi adı dört çeker). Abim Bahçeli-Dörtyol çalışan taksileri beğeniyor.Fiatları 50-60 bin.

Aradığım arabayı gördüm galerinin birinde, fiatı 40 bin. Abimin arkadaşı arabanın altına eğildi , bunun diferansiyeline talaş doldurmuşlar ses yapmasın diye, dedi. Gözüm talaş malaş görmüyor ama paramız yetmiyor. Satıcı bizi borçlandırmak istedi, ben razı gelmedim. Babamızın parasını aynen kendisine iade ettim.

Babam bana sürpriz yapmak için Zonguldak Site dolmuşlarından birini satın alıp gelmemiş mi. Araba Land-Rower 4 çeker, 7 kişilik, yolcu ruhsatı var. Şoför tutup 6 ay çalıştırıldı, 6500 lira kazanıldı. Arabayı da 13500 liraya almış, paranın yarısını kurtarmışız. Dolmuşlar, otobüsler, pikaplar Çaycuma istasyonunun yanına dizelenir, tren geldiği zaman yolcular koşarak gideceği arabaya biner. Arkada bir yolcu bırakılamaz. İçine sıkıştırdın, almazsa üzerine bindireceksin. Bizim jipe 18 kişi bindirildiğini biliyorum.

Araba fazla yükten şase bile kırdı. Şoförler iş bırakınca işi ben devraldım. Dükkana arabayla gidiyorum, radyo tamir ederken arabalık iş çıkarsa gidiyorum. Fakat ehliyet yok.

Bir pazartesi günüydü, Bakacakkadı'ya yolcular çıkmıştı, hepsini bindirdim iki kişiyi de üzerine aldım. Üçburgu köyüne geldiğimizde Trafik jipi gözüktü, beni durdurdu, zaptı tuttular, beni de Gökçebey'e bıraktılar. Şoför bul, arabanı almaya öyle git, dediler.

Bu tutulan zabıt varakasından uzun süre ses çıkmamıştı. Ben de unutuldu diye seviniyorum. Pat diye bir mahkeme kağıdı... Gününü geçirmemek için mahkeme tarihini yüz kere tekrarlıyorum, söyliyeceğim yalanı da iyice ezberledim. Güya arabaya parça almak için şoförümüz Karabük'e gitti, parçayı orada bulamazsa Ankara'ya geçecek, ne zaman geri döneceği belli değil, arabayı geri götürmem gerekti, bu yüzden ehliyetsiz araba kullanmak zorunda kaldım.

Mahkeme günü geldi. Koridorda ifademi kafamdan tekrar ettim. Yemin veriyorlarmış doğru söyleyeceğime dair. Daha askere gitmemiş bir adam için yeminin önemi ne ki, yeterki ceza almasın Zeki...

Zeki Albuz! Çağırdılar, girdim içeri, dik ve düzgün durmamı söylediler, düzgün ve ciddi bir şekilde duruyorum. Hakim soruyor ben cevaplıyorum. Niye ehliyetsiz araba kullandın?(Hazırlıklıyım) Yedek Parça hikayesini anlattım.Neden yolcu aldın?(Yolcu aldığımı nereden biliyor)Bizim köyden akrabamız olur alıverdim. Oğlum içine haddinden fazla yolcu almışsın(Vay be nerden bildi). Binene binmeyin diyemedim. Peki üzerine niye bidirdin.Tek kelime edemedim.Seni ikiyüzelli lira para cezasına çarptırıyorum, bir şey diyor musun? Leyla Sayar, Fatma Girik birinci yakalanışta 60 lira, ikinci yakalanışta 120 lira veriyorlar da ben bir kere yakalanıyorum niye 250 lira veriyorum?

Çık dışarı ukala atarım seni içeri !

Dışarı çıktım hakim niye kızdı anlayamadım. Leyla Sayar, Fatma Girik ehliyetsizlikten bu cezaları aldılar, gazetelerde okumuş olması lazım.

Benden sonra ondan fazla kişi daha trafik suçu nedeniyle ifade vermeye girdi. Ben oradan ayrıldım. Bir duydum ki kasaya yolcu alan kamyoncuları içeri atmışlar.15 günden fazla hapis yatmış adamlar. Benimle ilgili tutanağın üzerinde hepsi yazıyormuş. Karayolları Trafik kanununun 24 maddesi, ayrıca 52 maddenin (b)bendi maddesi gereğince cezalandırılmasını talep ederiz, diye. Ben maddelerin karşılığını bilemediğim için haybeye yalan ifade ezberledim. 250 lira ceza çok büyük bir cezaydı. Artistler yolcu almamış, yolcu istiab haddini aşmamışlar, gabari dışına yolcu almamışlardı. Aradaki ceza farkı oradan kaynaklanıyormuş.

Bizim jipin frenleri iyi değildi, ne kadar para yese yine de iyi tutmazdı. Devrek'te en iyi frenci Karga Ömer'e bile gösterdik. Amcaoğlu Şevki bizim jiple pazara dalmış birinin terazisini ezmiş, babama ödettiler.

Arabamız ben askerdeyken 8500 liraya satılmış, adam üç gün sonra gelip babama ağlamış sızlamış, fiyatını 6500'e indittirmiş. Arabayı üzerine almadığından 15 sene vergisini biz ödedik. Neyse, mahkeme kararıyla Necati abimin arşivlerden noter senedini bulması sayesinde vergiden kurtulduk.

Şimdiki arabamın muayene zamanı geldi, o kadar masraf edip muayeneye hazırladım. Girdik teste. Arka frenlerin ikisi birbirinden farklı tutuyor, müsaade edilenin üstünde, sonuç ağır kusur, yaptır bir ay içinde gel. Şimdi arka frenleri tamamen değiştirdim, alışmasını bekliyorum, muayeneye öyle gireceğim. Ulan nedir bu frenden çektiğimiz. İlericiyiz diye durmamak olurmu...

İkiyüzelli lira cezayı ben askerdeyken babam ödemiş.

24 Şubat 2010 Çarşamba

NASIL 1402 LİK OLDUM

Seka Çaycuma Müessesesi Ölçü Aletleri ünitesinde çalışıyorum. İşimiz kısımlardan gelen arıza şikayetlerini takip edip arızaları gidermek. O gün Soda Kazanı baca gazı sıcaklık ölçü aleti yanlış değer veriyormuş. Baca merdiveni çürük, sıcaklığı ölçen algılayıcı(Termo-element)bacanın tam tepesinde. Emniyet kemeri falan, bacaya çıktım (Arkadaşlarıma kıyamadığım için kendim çıktım. )İşi bitirip indim. Dizlerimde derman kalmamış korkudan. Kendime geleyim diye yanımdaki arkadaşlarımla konuşuyorum. Posta, elinde yeşil bir zarfla yanıma geldi, Müessese'den bana gönderilmiş, açtım okudum. "İş Kanunu'nun 17.maddesinin 2 numaralı bendi gereğince;İyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri gibi hareketlerinizden dolayı ihbarsız ve tazminatsız olarak, Donanma ve Sıkıyönetim Komutanlığı'nın emirleri gereğince görevinize son verilmiştir". Bozuntuya vermedim, bacaya çıkmadan önce söyleseydiniz ya, diye espri bile yaptım. Tarih 8.10.1982

Bir insanın işten evine geldiğinde, beni bugün işten attılar, demesinin ne demek olduğunu bir düşünmenizi isterim.

Seka mı talep etti, bilemem. Benimle birlikte beş işçi için "İşyerinde sinsi faaliyetlerini devam ettirme eğiliminde oldukları, müsait ortamı bulduklarında yasadışı eylemlere yönelerek iş yeri düzenini bozacakları anlaşılmış ve halen gizli toplantılar yaparak yeniden güç oluşturmaya çalıştıkları tesbit edilmiştir. Görevlerine son verilmesini rica ederim. imza, Oramiral, Donanma ve Sıkıyönetim Komutanı Z.A 16.Temmuz.1981"

Sevgili komutanım benim ilerideki niyetimi nasıl okudunuz, demiyorum. İleriki zamanda bir başkası da sizin niyeti okuyabilir, diye düşünüyorum.

Kesintisiz on yıl mücadele ettim görevime dönmek için. SHP kongrelerinde 1402'likler için söz aldım (Bu arada belirteyim İsmail Cem Zonguldak il kongresindeki konuşmamdan dolayı yanına çağırdı, tebrik etti, koalisyon protokoluna işçilerin göreve döndürülmesi hususunu ben ilave ettirdim, yoksa sadece memurlarla sınırlı tutacaklardı dedi.)

İşten atmanın dışında kamu hizmetlerinden ömür boyu men cezasını da içeriyordu Özelde olsa kimse size iş veremezdi korkudan.Burada 12 Eylül anılarını bitirmek istiyorum, sağlığımı bozuyor, yazacak çok şeyler var ama o dönemin korkusunu atamamışız üzerimizden. İşte 1402'lik oluşum komutanın niyet okumasından oldu. Eskiden niyet çektirirlerdi; güvercinlerin yanında bir de tavşan olurdu.

Hiç kimseye kin beslemedim. Devletin devamlılığını isterim.Tabii bu arada hukuk devleti olmamızı da...

AKLANMAK YETERLİ Mİ ?

Sözüme, tutuklanan insanların yakınlarına geçmiş olsun, diyerek başlamak istiyorum. Kimse benim başıma gelmez, diye düşünmesin, Tutuklanmamak sizin elinizde değildir. Bugün için normal olan bir davranış yarın soruşturma konusu yapılabilir, bunları yaşadım. Yatanlar değil, çoluk çocuk aile bireyleri çok etkileniyor. Beni de örgütten saymasınlar, diye geçmiş olsun demeye gelemeyen komşular bile vardır.

Yargı deyince askeri mahkeme aklıma gelir. Askeri mahkeme için Devrek Alayında yüzbaşı, askeri yargıya güvenmemi söylemişti.

13.11.1980 tarihinde gözetim altına alındık, 16 Eylül 1981 tarihinde beraat ettik.
Suç: Komünizmi tesis için gizli cemiyet kurmak, cemiyetin propagandasını yapmak ve bu tür cemiyete üye olmak. Deliller: Yayınlar, tanık ifadeleri...

Tutukluluğuma itiraz ediyorum, red geliyor. Red yazısına da itiraz ediyorum, yine red geliyor. Reddin reddinin reddine, diye uzatıyorum, cevap kesiliyor. Yargıda müthiş sabır, kızmıyorlar. Haberim yok, aleyhimizde kırktan fazla tanık ifadesi varmış. Bunların Çaycuma'da talimatla ifadesi alınmış,ikisini Gölcük'te huzurda dinlediler, ikisi için daha önce sendika seçimlerine girip seçim kaybettikleri, kongre iptal davası açtıkları, sendika yönetimine karşı olduklarından, tanıklıkları kabul edilmemiş... Savcı diye ben buna derim. Bizim suçumuzu kanıtlamak için gayret gösterirken bizim lehimizde olan suçsuzluğumuzu gösterecek tüm bilgilere ulaşmış, mahkemeye sunmuş. O zaman anladım ki savcılar sanık lehine de delil toplarmış.

19 Şubat 2010 Cuma

SEKİZİNCİ KİŞİ KİMDİ

Güllübahçe'ye ilk geldiğimizde kayıt kabulden sonra başgardiyan tarafından koğuşlara dağıtıldığımızı, sekizimizi maltaya göre sağdaki büyük koğuşa koyduklarını yazmıştım. Bu sekiz sayısı kafama takıldı; bir yanılgı var bu işte diyorum.

Sayıyorum: Fikret, Lütfi,Erdal, Salih,Alikemal,İbrahim,İsmail, ediyor yedi. Demek ki sekiz değil yedi arkadaşımız sağdaki koğuşa ayrılmış.

Yanılgıyı hisseden kafanın, sekiz nereden çıktı, bulması lazım. Koğuşların demir parmaklıklı pencereleri havalandırmaya çıktığımız bahçeye bakar. Bahçeye koğuşlar ayrı ayrı çıkartılır, yerden doğru penceredeki arkadaşlarımızla konuşuruz. O pencere önünde bir arkadaşım gözümün önüne geldi. Seka'da ustabaşı olan bu arkadaşım sosyalistlikten sağdaki koğuşta yerini almış. Bizim sekizinci arkadaş bulunmuş oldu. Çıktıktan sonra Gökçebey'de mesleğiyle ilgili dükkan açtı. Halk kısa sürede kendisini tanıdı. Tanıyan, bu adamı nasıl tutuklamışlar, hayret ediyordu. Allahın sessiz adamı,sessiz olduğu için derin solcu zannedildi,benden fazla yattı.

Mektup yazıp yollamayı da biraz açalım. Mektuplar haftada bir gün yollanıyor. Hafta başından başlıyorsun yazmaya, son gün ziyaretçin gelmişse mektup öldü. Yazıyorsun henüz yaptığım itiraza cevap gelmedi, diye, tam mektup yollanacak itirazınız reddedildi diye yazı geliyor mektup güncelliğini kaybediyor yine ölüyor.

Tutuklular tarafından tutuklulara dersler verildiğini yazmıştım.Ceza evi bordro tanzim etmiş bu öğretmenlere borçlu kalmayayım diye. Para alıp almadıklarını bilmiyorum ama ilginç. Bunu da gönderdiğim mektuptan öğrendim ama anımsayamadım.

Çocuk ağlamasını pek sevmem. Gece yandaki kadınlar koğuşundan bir kaç aylık çocuğun ağlama sesi duydum, pencereden gelmişti ses, çok sürmeden sustu. Öyle hoşuma gitti ki sormayın. Bebek bugüne bugün Zeki Albuz'un hapishane arkadaşı sayılır. O hafta annesi tahliye olmuş,arkadaşımızın sesini birdaha duymadık.

13 Şubat 2010 Cumartesi

ISLAH ÇALIŞMALARI EKİ

12 Eylül Askeri yönetiminin Gölcük Güllübahçe'de bizleri misafir ettiğini, bizleri islah etmek için subay ve astsubayların bazılarına Türkçe, Tarih, Din Bilgisi üzerine dersler verdirdiğini yazmıştım. Yazmıştım yazmasına da, iki islah aracından söz etmemiştim. Düşündüm ki bunu kimse yazmasa aynı yanlış ilerde tekrar yapıldığında benim sorumluluğum olmayacak mı? Askeri yönetime iş adamları demişlerdi ki
Türkiye'nin sorunu kaynak sorunu, çalışanların maliyeti yüksek, halbuki buralardan tasarruf edilse kaynak yaratılır, yeni yatırımlar yapılır, işşizlik önlenir. Akla yatkın. Yönetim ikramiyeleri keserek, toplu sözleşmeleri askıya alarak, iş adamlarına kaynak yarattı (Altın yıllarını yaşadılar-Gazetelerden). Yatırım yerine villa, yat, lüks eğlenceyi tercih ettiler(Yatırım yapanlar da olmuşsa onları ayrı tutarım). Bizim ıslah edilmemizi kimler önermişse önermiş, o da akla yatmış.

Yanlışlık olarak nitelediğim ve yazmaya karar verdiğim ıslah uygulamasının birincisi,sopaya takılmış Türk Bayrağı. Havalandırmaya bahçeye çıktığımızda, birimizin eline veriliyor, bayramlardaki gibi arkasında yürüyüş kolu oluşturuyoruz. Bahçede üç dört tur atıldıktan sonra, dağılabilirsiniz, diyorlar.

Yani insan onurunu en ayaklar altına alan bir uygulama. Bir devrimciyi bayrakla islah etmeye çalışmak, olsa olsa başka ülkelerin çıkarlarını savunmayı Türk milliyetçiliği sanan bir ideolojidir, zavallılıktır. Bana çok dokundu ilk iki gün. Aklım başımda olmasa bizi içeri tıkanlara karşıyım ya, bayrağa da karşı olacağım, sanki bayrak beni işkence aracı olarak kullanabilirsiniz, dedi.

Bu uygulama yürüyüş kolundaki arkadaşlarımızın marş söyleyerek yürümelerinden sonra sona erdi. Zaten bağımsızlık mücadelesi için içeriye girmiş olanlar bağımsızlığımızın sembolü bayrak da ellerine geçince yeri göğü inletir oldular. 12Eylül'cülerden daha fazla bayrak, vatan demek abesle iştigaldir.

Bayrak uygulaması son buldu, sıra istiklal marşıyla terbiye etmeye geldi. Öyle ya emperyalizmin boyunduruğuna ülkeyi devrimciler sokmuştu; bunlara akşam sabah istiklal marşı okutturulmalıydı.

Cezaevi nöbetçi astsubayı maltada bizi topladı. Arkadaşlar, aldığımız emre göre sabah akşam istiklal marşı okunacak, dedi. Önce bir arkadaş çıktı, ben okumam€, bu istiklal marşını işkence aracı olarak kullanmaktır, istiklal marşına saygısızlıktır.
Derken, iki üç, ben de dahil, okumayız dedik(Bu uygulamayı akıl eden güya devrimcileri kızdırıp bunaltarak, bu değerlere sövdürecek, sonra tefe koyacak). Astsubayımız, arkadaşlar, çevik güç gelir burayı basar, üç beş kişi ölür, dedi .Bir anda kan beynime yürüdü, ölümden ötesi var mı, diye geçti içimden. Sayın komutan cunta başlarının burada suçsuz sebepsiz üç beş kişinin ölümünü göğüsleyebilecek gücü yok. Burada bu söylediğinizden ben korkarım. Diğer arkadaşların ölümden falan korkacacağını sanmayın, dedim; bir duraksama...

İleri gittiğimi anladım, daha sakin bir uslupla, sayın komutan sen bizi tanımazsın, biz seni tanımayız, konuyu üstlerinize iletiniz şu sebeplerden söylemek istemiyorlar, dersiniz, gereğini onlar düşünsün, dedim. Arkadaşlar, Zeki bey haklı, dedi.

İstiklal marşının söylenme koşulları dışında söyletilmek istenmesi hayata geçirilemedi. Eskisi gibi hafta sonları, pazartesi günleri istiklal marşımızı coşkulu söylemeye devam ettik.

Zoruma giden bir şey daha var. Bu anıları yazma zamanımın, askerlerimize karşı yürütülen belli merkezli çoğu iftira nitelikli kampanyalarla aynı tarihlere rast gelmesi. Sosyalist, komünist, ilerici, devrimci, ismi ne olursa olsun bu coğrafyada barınabilmek için gücünü halkından alan donanımlı bir ordumuzun olması gerektiğini herkes bilir.

Güllübahçe'de tutukluların ihtiyaçları hangi paralarla karşılanır, parası olmayan ne yapar konumuz buydu.

Koğuş içinde her siyasetin aile yapısı gibi bir yapısı var. Bu siyasetlerin orada seçilen başkanları, saymanları var. Bu aile yapısına komün diyorlar. Parası gelenler istedikleri kadar miktarı ait olduğu ailenin vezne işine bakanına verir,
bu paralarla ihtiyaçlar karşılanır. Veznede para kalıp kalmadığı kimseye söylenmez başkanın haricinde. Vezneye kim ne kadar para verdi, kimin parası gelmiyor, aynı aile içinde açık edilmez. Herkes ihtiyacı olanı yazdırır, ihtiyaçlar karşılanır, mühim olan budur. Bir siyasi grup ekonomik olarak güçsüz olsa bile genel koğuş başkanı bunu halleder, kaynak yine koğuş içindedir. Paranın yüzü tatlı ya, önce paranın paylaşılmasına hayret ettim, bana gelen paraların hepsini vezneciye vermedim kendime ayırdım. Bir süre onra yaptığım işin ayıp olduğunu anladım, durumumu düzelttim. Fazlalıklar koğuşta parası gelmeyenlerin ihtiyaçlarına gidiyor.

Dergilerle ilgili yazacaklarım var. Donanma komutanlığının eski yeni dergilerini, komutanlık, canları sıkılmasın diye bize yollamış. Dergilerde her şey var. Örnek; gemilerin uskur düşürmelerini önleme düzenekleri,(Konik geçme , hem konik geçme hem kontr somun, kama kanalı, somun başı pimi, konik geçme hidrolik basınç sistemi). Başka bir örnek; komsu ülkelerle olan ilişkiler (normal seyretme, gerilimi tırmandırma, yumuşama vs). İlgi duyanlar için dergiler iyi oldu.

Saç traşları askeri berber tarafından cumartesi günleri malta denilen yerde ucuz fiata yapılırdı. Saçlar sizin istediğiniz şekle göre kesilirdi. Tabii askeri esasların geçerli olduğu yerde subay traşı olabilirsiniz, anlamında.

12 Eylül'le ilgili filmleri izlemiyorum, aynı şeyleri yaşamamak için. Zor oluyor ama...

10 Şubat 2010 Çarşamba

TUTUKLU GÖZÜYLE GÜLLÜBAHÇE-3-

12 Eylül tutuklularının misafir edildiği Güllübahçe Askeri Cezaevinde vakit nasıl geçerdi, neler yapılırdı, koğuşlarda kavga olur muydu, yönetim bizi islah etmek için hangi yöntemleri uyguluyordu, gazete giriyor muydu, radyo ve televizyon var mıydı,ziyaretler nasıl oluyordu, sizlere kısaca anlatayım.

Söze, insan içinde bulunduğu duruma alışıyor, diye başlayayım. Güllübahçe'ye geldiğimizde yanımda arkadaşlarım olmasaydı tedirginlik ve korku yaşardım. Korku deyince aklıma, Devrek Alay binasının alt katında gece vakti ifadelerimizin alınması sırasındaki korku geldi. Her bir arkadaşım ayrı ayrı odaya konuldu, ben koridorda bırakıldım. İfade sırasında içerden gelen bağırmaları duyduğumdan sıra bana da gelecek diye korkuya kapıldım.Bir üşüme ve titreme, donuyorum, kendime hakim olamıyorum. Koridorun sonunda Taburun veya alayın yazıhanesi var, yazıcı erler (dört kişiler)benim durumumu görmüşler, beni yazıhaneye aldılar, çay verdiler,titremekten çayı zor içebildim. Teşekkür edecektim, uzun olduğu için söyleyemedim, sağolun diyebildim. Askerlerdeki cesarete şimdi şaşıyorum, ifade odasından tabur komutanı çıkıverse beni yazıhanede görecek, üstelik çay içerken.

İfade sırası bana geldiğinde yeniden güç toplamaya başlamıştım. İçeri girdim, içeride 1 Komiser, 1 Astsubay, 1 Teğmen ile masada oturarak ifadeyi izleyen tabur komutanı Binbaşı var. Sorular cevaplar devam ederken binbaşı"Ben bunların dişlerini sökerdim ama ne çare" dedi. Çaresizliği, Zonguldak sıkıyönetim komutanı paşadan geliyor. Hanımlarımız paşaya gitmiş, paşa onları dinlemiş. Gözaltılara kötü muamele yapılmasın, diye talimat vermiş. Paşamız olmasaydı bugün takma dişlerle gezecektik. Binbaşı emekli olduktan sonra dişçilik yaptı mı bilinmez.

Konudan hayli uzaklaştık. Güllübahçe'de vakit nasıl geçerdi(Boş zamanlarınızda ne yaparsınız? Hiç, yatarız abi). Vakit inanın su gibi akar, evi düşünmeye zaman bulamazsınız. Aşağı yukarı her Allah'ın günü bir devrimciyi anar saygı duruşunda bulunuruz. Dünyada devrim mücadelesinde ölen biter mi? Devrimci yerliymiş yabancıymış, farketmez, yiğitliğine saygı duyarız, mücadele biçimini pas geçeriz. Soldaki görüş ayrılıkları mücadele biçiminden de kaynaklanıyor. Diğer siyasi grupları rahatsız edici revizyonist, goşist, lümpen, macera, serüven gibi kelimeler ortak anma metinlerinde yer almaz.

Yabancı dil kursları tutuklular tarafından isteyen tutuklulara verilir. Üst düzeyde olduğu için herkes katılamaz. Mühendisler, Kimyagerler, Öğretmenler, bağışta bulunmamış Müessese müdürü bile var. Var oğlu var. Bir de kimlik olarak kuvay-ı milliye kartını cezaevi yönetimine gösteren 70' lik Akyazı'lı bir amca var. Cezaevi yönetimi, bu nedir, senin başka kimliğin yok mu demiş, amca bu lafa çok takmıştı, kuvay-ı milliyeyi bilmeyen subay mı olur diye...

Satranç turnuvaları, bilgi yarışmaları düzenlenir. Tahsin isminde bir arkadaş bu tür etkinlikler için yaratılmış, bir mizah dergisinde çalışmış, bilmediği yok. Amaç gözünü tavana dikmeyeceksin, düşmana inat bir gün fazla yaşayacaksın. Traş, banyo, spor,havalandırmaya bahçeye çıkmak, yemek saatleri, derken vakit gitmiş.

Koğuşlarda kavga olamaz. Kültür düzeyinin yüksek oluşu ve kişilerin tek başına düşünülemeyeceği bir ortam var. Filmlerde gördüğümüz sivil hapishanelerdeki gibi koğuş ağası, ağanın haraççısı falan yoktur.Koğuş başkanı seçimle belirlenir. Soldaki farklı grupların ittifakları seçimi belirler Seçimden önce adayın kaç oy alacağı bellidir.Bu sayıya ulaşacak siyasi görüş, adayını açıklar. Yarıdan bir fazla oy alan seçilmiş olur. Oylama açık yapılır. Cezaevi yönetiminin istemediği adam seçilse bile, başka seçenek olmadığından, yönetim başkanı tanır.

Sıra geldi bizim islah edilmemiz için uygulanan yöntemlere. Sıcak suların kesilmesi, havalandırmaya girip çıkarken bazı gençlerin gardiyanlara kaptırılması, bunlara dayak atılması, mektup yollama yasağı, görüş yasağı(Bunlar yargı denetimi dışı)gibi yöntemleri geçelim. Esas, eğitim yollu islah etmek, bunu çok önemsiyorum.

Ders: Tarih
Öğrt: Dnz. Subayı
Konu: Ankara savaşı, Osmanlılarda savaş düzeni, atlı sipahilerin önemi, mancınıkçılar, lağımcılar. Hocamız anlattıkça anlattı. Arasıra coşuyordu, kendini iyice derse vermişti. 80 Kişilik koğuşta diğer derslerde olduğu gibi sesizlik hakim. Dersi bitirdi. Soracağınız bir şey var mı? Yok. Anlamadığınız bir yer var mı? Parmak kaldırdım: Özür dilerim, buranın en az okumuşu benim, sen bunları niye anlattın ben onu anlayamadım...Hoca üzerine buzlu su dökülmüş gibi oldu, bir müddet şok, sonra kızgın bir şekilde, tarihini bilmeyen uluslar yaşayamazlar, dedi. Karabük'lü maden mühendisi arkadaş parmak kaldırdı. Evet arkadaşlar, tarihi bilmek zorundayız, hocamız haklıdır, ancak savaş neden çıkmış, toprağın mülkiyeti kimindir, hangi ürünleri üretirler, nasıl paylaşırlardı, bunları da bilmemiz gerekir sebep sonuç ilişkisi açısından, dedi.

Hoca bir daha ders vermeye gelmedi...

Ders: Türkçe
Öğrt: Dnz. Subayı
Konu: Yazarlar, hikayeleri, romanları; şairler .. Anlatıyor anlatıyor, bir tane sol düşünceden yazan çizenden, koskoca Nazım'dan bahsetmiyor. Kurtuluş savaşı destanından bahsetmiyor. Hatırlatmak zorunda kaldılar. Nazım'a saygısızlık içeren bir de laf etti. Kızdığımızı anlayınca, yarın da Nazım'ı anlatırız. dedi. O da bir daha gelmedi.

Ders: Din Dersi
Öğrt: Dnz. Astsubay
Konu: Peygamberin hayatı, Kur'an, İman, Hadis...Hoca anlatıyor, koğuş sessizce dinliyor. Dersin sonunda hoca "Arkadaşlar hadi hep birlikte kelime-i şahadet getirelim" demez mi... Uğultu yükselmiş, protesto gelmeden başkan müdahale etti.
Sayın hocam, bunun sana verilmiş bir görev olduğunu bildiğimizden, ayrıca sana olan saygımızdan sessizce dinledik. Haddi aşmayalım, gibi bir şey söyleyerek devam etti. Sözkonusu inanmaysa arkadaşlarımız bilime inanırlar..Hoca koğuş kapısına bir göz attı. Cezaevi yönetiminden kimsenin olmadığına kanaat getirdikten sonra "Arkadaşlar ben de inanmıyorum ama, nihayet spor yapmış olurum, diye düşünüyorum". Bu hoca da bir daha gelmedi...

Böylelikle, islah edilemeden desler bitti. Aslında bunlardan ben ders çıkarsam ne olur, çıkarmasam ne olur. Ders çıkartacaklar çıkartsın.

Koğuşumuza subaylardan oluşan bir denetleme heyeti geldi. İyileştirmeler yapacaklarmış, sorunlarımızı, isteklerimizi yazıp çizdiler, gittiler. Gazetelerin bazıları ile Uygarlık Tarihi (S.Tanilli), Devlet ve Demokrasi(S.Tanilli), kitaplarının girişi serbest edildi. Radyo alınmasına müsade edildi.

İdare yolladığınız mektupları okur. Size gelen mektupları da okur. Bazılarına çaktırmadan el koyar. Tahliye olunca dolabımdaki bana gelen biriktirdiğim mektuplarım yok olmuştu.

Ziyaret: idare sana ceza vermemişse 15 günde bir tel kafes arkasından görüşebilirsin. Avukatınla görüşmeye müsaade ederler. Gerçi bizi savunan Zonguldak Baro başkanı avukat abimiz bizi savunurken kendisi tutuklanmış, bir daha görmedim.

Bir sonraki yazım, tutukluların ekonomik durumları, ihtiyaçların giderilmesi, gelen paraların nasıl kullanıldığı ile ilgili olacak.

8 Şubat 2010 Pazartesi

GÜLLÜBAHÇE -2-

12 Eylül Askeri Darbesinin bizlere tahsis etmiş olduğu Gölcük Güllübahçe askeri konuk evine alıştık. Havalandırmaya giriş çıkışlar, sayım, yemek alma, bulaşık yıkama, dışarıya sipariş verme, ziyaret saati,oynayabileceğimiz oyunlar vs. Tüm kuralları öğrendik. Askeri hapishane olduğundan askere ne uygulanıyorsa bize de o uygulanıyormuş.

Geldiğimizin ilk haftası, üzeri numara yazılı dikdörtgen tahta boynumuza kolye gibi asıldı, fotoğraf çektirdik. Fotoğrafın göğsündeki numara okunacak şekilde(Daltonların çızgili pijamalarının göğsündeki numaralar gibi.)

Oyunlardan satranç ve domino serbest. Satrançlar el yapımı. Genç yetenekler ekmek içinden şekerli su ile (belki limonda var)hamur yapıyorlar, hamur kıvama geldiğinde şah, vezir, piyon, kale, at ve fil yapıyorlar. Üretim fazlası olduğundan bizim yapmamız gerekmiyor, bize veriyorlar. Orada yapılan satranç takımı kadar güzelini piyasada bulamazsın, nasıl boyuyorlar bilmiyorum. Domino taşları kartondan yapılma eskidikçe yenisini yapıyorlar.

Bizim kaldığımız koğuşta aynı davadan üç arkadaşız.Ben, Haşim ve Hayrettin.
Haşim sendikanın bir önceki sekreteri, Hayrettin daha önceki şube başkanı. 11 Eylül itibarı ile işyeri baş temsilcisi, ben de sendikanın şube başkanıyım. Daha önce Haşim'ler yönetimdeyken baştemsilcilik yaptım.

Koğuşumuzda başka sendikacı arkadaşlarımız da vardı. Mesela beni satrançta sürekli yenen Aster-İş şube başkanı (Rahmetle anıyorum)Cihan Abi, Eskişehir Maden-İş bölge temsilcisi Dursun Abi. Dursun abinin sendikası Disk'e bağlı olduğu için savunmasını onbeşe yakın avukat üslendi. Biz Türk-İşe bağlıydık,hatta Genel Merkezimiz yattığımız yere çok yakındı. Bırak avukat tutmayı ziyarete bile gelmediler.Ben zaten beklemem de. Haşim çok güveniyormuş genel merkeze, aranmadığı için çok üzüldü. Genel merkez genel sekreteri yapılan milletvekili seçimlerinde üstten veto yiyenler olunca Halkçı Partiden milletvekili oldu.

Haşim'e çalıştığımız yıllarda ninemin bir öyküsünü anlatmıştım. Ninemin "Umamıyom oğul umamıyom" dediği bir öyküydü. Haşim bunu unutmamış. Havalandırma saatine çıktığımız günlerden bir gün volta atarken, düşünüyorum ama kendime bir suç bulamıyorum, iyi düşün, ceza gerektirecek bir suç işledik mi Haşim ? dedim, yoo dedi. İşte bu yüzden. İlkbaharda hasret bitiyor tahliye oluyoruz. Umamıyom oğul, umamıyom... Haşim sen ninemi boşver, dedem cephelerde savaştığı için on yıldan fazla beklemiş, o ummayabilir ama ben umuyorum.

Hayrettin'le arkadaşlık yapmak zordu. Haşim'le iyi arkadaşlığımız vardı. İkimiz de dominoyu severdik, oyunda mızıkçılık olmazdı. Hayrettin'le oyunun sonunu getiremezsin(Kulakları çınlasın).

Havalandırma saati gelmiş dışarı çıkacağız. Haşim, ben çıkmıyorum, dedi. Olmaz, deyip birlikte bahçeye çıktık. Tek kişi volta atmak sarmıyor. İki kişi konuşarak volta atması iyi oluyor. Bazen eksik adam varsa futbola katılıyoruz. Haşim birkaç defa daha çıkmak istemediğini söylediyse de ben onu çıkartmadan kendim çıkmadım.

Sabahın erken saati. Bir çığlıkla koğuşta yatanlar fırladık. Çığlık atan çocuk tutulmuş, anlatamıyor, sadece Haşim abi, diyor, banyoyu tuvaleti gösteriyor. Haşim arkadaşımız banyoda yastık kılıfını su borusuna bağlamak suretiyle kendisini asmış.
Cezaevi yönetimi, savcı geldi. Eşofmanlı çoraplı bir vaziyette battaniye ile koğuştan alıp müdüriyet tarafına götürdüler. Artık tahliye olmanın da bir anlamı kalmadı, dedim, gözlerim su kaçıran musluk misali, yatağın kenarına yığıldım.

Üzerini soyarken mektup çıkmış, savcı okuyuvermiş. Dinleyenler arasında Hayrettin de olduğu için yazdıklarını bana anlattı."Arkadaşım Zeki, Hayrettin. Çoluk çocuğum size emanet, arkadaşlarımın yüzüne bakamam, sebebi Komiser.......ile Astsubay.......dır.". Ogün bu gündür ne çoluk çocuğunu tanıdık ne bir yardımcı olabildik.

Bu olaydan birkaç gün sonra bizi savcılığa çağırdılar. Savcı ile başbaşa kalınca, rahmetli bıraktığı mektupta sebep olanları yazmış, soruşturma açın, ne olur dedim. Oğlum bana verilen görev kendi kendini mi astı yoksa başkaları mı astı onun soruşturmasıyla sınırlı. Anlıyorum sizi, dedi.

Anladığımız kadarıyla, arkadaşlarını suçlattırıcı zora dayalı ifade almışlar. Haşim de bunu gurur meselesi yapmış, canına kıymış. Bunu bana söyleseydi hiç bir arkadaşının ona darılmayacağını bilirdi. Zora dağlar dayanmamış. Seka'da onunla çalışma mutluluğunu yaşayan her arkadaşımız bilir ki çok sevilen bir şahsiyetti. Sendikacı olmaktan başka hiç bir şeyi yoktu. Anılarımda ona yer vermek suretiyle ona olan saygı ve sevgimi göstermek istedim, hepsi o kadar.

Onurlu bir davranış mı,teslimiyetçilik mi, koğuşta çok tartışıldı. Nur içinde yat sevgili arkadaşım.

29 Ocak 2010 Cuma

BARIŞ, DEMOKRASİ ve İNSAN HAKLARI

Yazmaya zamanım yok,ertelesem unutabilirim. Kısa bir anlatım olacak.Gölcük'te duruşmalarımız başlamış, tanıklardan bazıları huzurda dinlenmek üzere getirtilmiş. Mahkeme heyetinin durumuna göre salonun solunda biz, sağında tanıklar, arkamızdaki sıralarda mahkemeye dinleyici olarak gelen yakınlarımız oturuyor.

Tanık ifade vermek üzere ayağa kaldırıldı. Ben tanımıyorum kadını. Hakim sordu;
Bunları tanıyormusun? Baktı, tanımadığını söyledi.

Sen "Çin elinizi Vietnam'dan çekin" diye imza toplamışsın, imza da atmışsın dedi hakim. Kadın evet dedi. Sen ne iş yaparsın? Ev kadınıyım. Ev kadınının ne işi var Çin'le Vietnam'la. Ben anayım, ana olarak savaşa karşıyım. İç savaşa da karşı mısın?Savaşın her türlüsüne karşıyım. Bu adamları komünizm propagandası yaparken gördün mü?Hayır.

Sıra diğer tanığa geldi, o da ifadesini verdi.Mahkeme bir başka tarihe ertelendi.

Ülkemizde yıllardır terör çok canlar aldı.Samimi veya gayrısamimi her yol denendi. Şimdi açılım adı altında pek inandırıcı olmayan belirsiz girişimlerin amacının ne olduğu da kuşkulu, devam ediyor.

Tam bu sırada Tekel işçilerinin şanlı direnişi ülkeye dosluk ve kardeşliğin ancak emekçilerin birliğiyle getirilebileceğini gösterdi. Alt kimlikler yok, dayanışmaya gelenlerde de yok. Ölümüne birliktelikleri var. Onlara su sıkmak ezip geçmek yerine teröre harcanan paranın çok küçük bir parçasının Tekel işçilerine ve diğer emekçilere harcanması çıkış yolu olabilir. Eski bir işçi, eski bir sendikacı olarak yetkilileri duyarlı olmaya davet ediyorum.

Tekel işçileri bazılarının gevelediği "işçi sınıfı mı kaldı, emek mi kaldı" sözünün sahiplerini mahcup etti.Şimdi onları dünya izliyor, destek veriyor. ülkede barış sağlamanın yolu gözüktü. Darbelere karşıysanız işçi sınıfını güçlendirin. Genel greve darbe dayanamaz. Emekçiler örgütlü ve güçlü oldukları zaman caydırıcı güçtür darbelere karşı. Gönlüm bu fırsatın kaçırılmamasını diliyor. Tanık ev kadını savaşın her türlüsüne karşıyım, demişti. Bu güzel sözün "Analar ağlamasın" sözüyle birleşmesi en büyük dileğimdir.

28 Ocak 2010 Perşembe

KAFA İKİ, KARIŞ BİR

Günümüzde başarılı çocuk, okuyan çocuk olarak anlaşılır. Takdir ve teşekkür getiren çocuklar zayıf getiren çocuklara göre elbette öğrencilikte başarılıdır. Çocukların bir de mahalledeki başarıları vardır ki ana babalar bilmez çocuklarındaki yetenekleri, yeteneksizlikleri.

Şimdi nereden aklına geldi, derseniz, Onuralp (torunum)karne tatili dolayısı ile
bizde.Önünde bilgisayar, oyun oynuyor(Penaltı atıyor), kulağı televizyonda futbol maçı yorumunda. Bir yandan da benimle konuşuyor. Dede sen futbol oynadın mı? Oynadım. İyi oynuyor muydun? Hayır, iyi oynayamadığım için kaleye geçirirlerdi. İyi bir kaleci miydin? Hayır.

Şahin diye bir arkadaşım vardı. Mahalle maçlarında kalemizi o korurdu. Çok iyi bir kaleciydi, Demirspor onun büyümesini bekliyordu. Şahin'in babası da demiryolcuydu. Akşamları cümbüş çalar, rakısını içerdi. Karısının adı Hatice'ydi. Evleri (lojmanları)babamın Kısım 234 Şefliği yazıhanesine çok yakın olduğu için, rakı kokusu, cümbüş sesi gelirdi. Her akşam "Kız Hatice Hatice, kaçalım gel gizlice, el ayak çekilince" şarkısını birkaç kere söyler çalardı. Mahalle arkadaşları olarak bisikletlerle gezmeye gittiğimizde Şahin benim bisikletin arka selesine oturur, istek şarkıları okurdu, sesi de güzeldi. Şahin'in çok kardeşi vardı. Bu aile uşaklı, diye bilinirdi.Ben, çok çocukları var, onun için uşaklı dediklerini sanırdım. Meğer gerçekten Uşak'lıymışlar, sonradan öğrenmiştim. Şahin'in şarkı söylemede üstüne yoktu. Okulda müzik dersinde bile, Şahin şarkı söylesin, derlerdi. Bu dalda başarılıydı.

Lafa futbolla başladık, oynadığımız diğer oyunlarla devam edelim. Kimler başarılıymış görelim.

Karabük 1961-1962. Mahallede topaç salgını var. Ucu kabaralı şimşir, üst kısmı boyalı, ipi özel topaçlar. Topaç satın alabilirsin ama onu layıkıyla çeviremezsin, ustalık ister. İpi bir güzel dolarsın, topacı yere doğru hızla atar, ipini de ona uygun çekersin. Tarifime bakmayın, en kötü topaç çeviren bendim. Topaçın ustası yine Şahin'di. Yarışma yapardık. En sona kalan topaç dönmeye devam ediyorsa birincidir (Drosel reklamı gibi oldu). Bir de topaç kırma müsabakası yapardık. Önce birisi topaçını atar, onun topacı dönerken diğeri o topacın üzerine atar, isabet alan topaç bazen yarılırdı. Bir kırma olmadıysa bu sefer diğeri önce topacını döndürür, onun topacı kırmaya çalışılır, bu böyle devam ederdi.

İkinci bir oyun, cikletten, gofletten çıkan üzerleri numaralı futbolcu resimleri veya artist resimleriydi(imzalıyı bulana hediye verilirdi hatta). Bunlarla alt mı üst mü oynardık ütmecesine. Ben hemen ütülürdüm. Bu işte Şahin ve Bekir iyi oynadıklarından herkesi üterlerdi. Bekir'le oynamaya çekinirdik. Bekir'in babası da benim babam gibi kısım şefiydi. Hem derslerinde, hem mahalledeki oyunlarda başarılı sayılırdı (Kamuda önemli mevkilere geldi sonraları). Ciklet almaktan iflahım kesilirdi. Birkaç gün resim biriktiriyorum, oyuna giriyorum, alt beş derler de bilirlerse beş resim birden gidiyor.

Diğer bir oyun da bilye(mile) oyunu. Bilye oyununu herkes bilir. Kafa iki, karış bir dendi mi, vurursan iki bilye alırsın, şayet vuramaz, karışlayabileceğin kadar yakınına atarsan bir bilye alırsın. Karışta elinin parmak uçları iki bilyeye de deyecek. Karışlarımızı büyütmek için elimize neler yapmazdık ki...

Bilyeyle oynanan mors diye bir oyunumuz daha vardı. Küçük bir üçgen çizilir, üç kişiyle oynandığından her oyuncu üçgenin köşelerine birer bilye koyar, atış yapacakları üç-dört metre mesafedeki atış çizgisine gelir, sırayla atış yaparak oyun başlatılırdı. Sıra için daha önce yapılan atışta kim üçgene yakınsa birinci, daha uzaktaki ikinci, diğeri de üçüncü olur, ona göre atış sırası belirlenirdi. Bilyeleri vurarak çıkartırsan senin olur, senin bilyen üçgenin içinde kalır veya senin bilyenı vururlarsa diskalifiye olursun, aldığın bilyeleri üçgene veya sona kalana bırakırsın.

Bu oyunda da başarısızdım. Satın aldığım bilyeleri arkadaşlarım hemen üterlerdi. Çabuk ütülmemek için yeni bilyelere oynanmış eski bilye veren komisyoncu arkadaşlara gidip 10 yeni bilye verip 20 eski bilye alırdım, yine de ütülmem çok uzun sürmezdi.

Şehir pulları vardı o zaman. Bilye ile puluna da oyun oynardık. Kategoriler damgasız şehir pulu, zarftan sökülme şehir pulu, damgasız damga pulu, damgalı damga pulu olarak ayrılırdı. Iskarta dedikleri atılan pullarla da çömezler oynardı. Mahallenin başarılı çocukları Bekir, Şahin ve Erdogan. Erdoğan Bekir'in küçük kardeşi, abisinin kazanımlarından dolayı sermayesi çok, yenilse bile arkası geliyor. Ben yine başarısızım.

Benim mahallede hiç mi başarı sayılacak bir işim yoktu? Müthiş marangozdum. Boyacılara sandık yapardım. Kendime bile yaptım. Şahin'le fabrika çıkışında
işçi ayakkabısı boyadık. Çok paralar kazandık. Evin haberi bile yok.

Sinema salonu yaptım bahçeye. Giriş ücreti belli sayıda cam kırığı, bakır tel, sarı,demir. Bu topladığım cam ve metalleri istasyonda leblebiciye satar paraya çevirirdim. Film olarak; renkli kesik filmleri perdeye yansıtıyorum büyüterek. Hareketsiz film.

Filmde altyazı varsa altyazılı oluyor tabii dil bilmeyenler için! Sonra mum ışıgında karagöz oynattım. Seslendirme tamamen çocukların ruhunu okşacak türden. Kızlar da gelmişlerse o zaman seslendirme daha usturuplu. Bu da benim başarım sayılır. Birdir birler, uzun eşekler, yakar top, istop, her oyun vardı o oyunlara yatkın olanlarda. Şimdi çocular oyun oynamıyorlar. Çocuğun başarısını mahalledede görmeliyim diyorum ama, kime...

27 Ocak 2010 Çarşamba

GÜLLÜ BAHÇE

12 Eylül askeri darbesinin iyi taraflarından bir tanesi parasız yolculuktur. Oradan oraya götürürler, hiç para talep etmezler, neme lazım haklarını yemeyelim. Bu her zaman askeri araçla olmaz, sivil araçlar da emre amadedir. Öz halamın Kayıkçılar'da oğlu var; mesleği otobüsçülük(sola şiddetli karşıdır), onu bulmuşlar bizleri Devrek'ten Gölcük'e götürme işi için(Parasını alabildimi bilmiyorum). Komutan, askerler ve biz otobüsteyiz. Arkada askeri pikap takip ediyor. Takip aracının kısa bir süre sonra geri döndüğünü gördüm. Gözaltına alıp bırakırken bile yakıtlarının olmadığını, müftülüğün benzinini kullandıklarını söyler yakınırlardı. Kelepçesiz yemek molası, çay molası verilerek muhabbetli bir yolculuk oldu. Halamın oğlu benimle hiç konuşmadı; ben bir laf attım hepsi o. Zaten fazla samimiyetimiz de yoktu halamın oğluyla.

Gölcük Güllü Bahçeye geldik. Bizi getirenler vedalaşıp gittiler. Üstlerimiz arandı, emanete alınan eşyalar belirlendi, evraklar, tutanaklar derken tek sıra onbir kişi malta kapısında durduk. Deniz askeri hapishanesi olduğu için kullanılan terimler gemiyle ilgili. Malta dedikleri koğuşlara giden meydanlık. İsminin sonradan Ergun olduğunu öğrendiğimiz bir başgardiyan bizi koğuşlara yerleştirecek. Sağcılar ayrı koğuşta, solcular ayrı koğuşta, kadınlar ayrı koğuşta...

Başgardiyan bağırarak sordu, Faşist misiniz Komünist mi? Aklıma mukayyet olmakla meşgulken arkadaşlar komünist'iz, dedi. Başgardiyan sekizimizi sağdaki koğuşa götürdü, içeri koyup kapıyı kapattı, geri geldi. Bize tekrar sordu. Komünist misiniz? Evet, dedik. Soldaki koğuşa da bizi sokup koğuşun kapısını kapattı. Sağ ve soldaki koğuşlar büyük, ikisi 150-200 kişi alıyor. Yine sağda ve solda iki de küçük koğuş var karşılıklı. Sağdakinde faşistlerin 30 kişilik koğuşu, solda kadınların 30 kişilik koğuşu var. Cezaevi genelinde 200'e yakın solcuya karşılık 15-20 sağcı.

Kapıda sorulan soru çok sonraları öğretmenlere de sorulacaktı. Ulus ilçesinden iki öğretmen, yaşça benden büyük, Töb-Der yönetiminde olduklarından gözaltına alınmışlar, mahkeme gününden bir gün önce bizim koğuşa getirildiler. 8-9 Aydır yerel hapishanede yatıp duruyorlarmış. Adamlar ağlıyor, resmen ağlıyor. Ne oldu abi, ağlıyacak ne var? Ağlayarak anlattılar: Başgardiyan Ergun onlara da sormuş(7-8 ay önce bize sorduğu gibi)Komünist misiniz, Faşist mi? Biz, demişler komünist de değiliz, faşist de değiliz, Cumhuriyet Halk Partiliyiz. Ergun bunlara birer tokat kaptırmış, ona ağlıyorlar. Ergun için faşistin komünistin önemi yok o hangi koğuşa koyacağını bilmek için soruyor. Askerlik görevini yapan bir bahriye askeri. Ben de CHP üyesi olarak ortadan idare etmeye çalışma, Ergun'un gazabına uğrarsın, diyorum partinin yöneticilerine.

Tutuklama kararına itiraz ettim dilekçeyle. Daha sonra yazının cevabı geldi: İtirazınız reddedilmiştir. Red cevabı yazınıza itiraz ediyorum, diye yazdım. O da reddedildi. Ben bir müddet itirazın reddinin itirazına, diye yazdımsa da başka yazılı cevap vermediler.

Yılbaşında çerez aldırmak serbest. Siparişler cezaevi yönetimine bildirildi,
çerezlerimiz geldi. Hele şükür dansözsüz bir yılbaşı geçirdik. İki ay öncesinden televizyonda dansöz çıkacaktı çıkmayacaktı diye konuşulurdu.

Cezaevinde bana gönderilen mektupları biriktirmiştim: büyük bir hatıra kaynağıydı. Tahliye olacağım gün tamamı dolabımdan yok edilmiş. Kafamdaki anılarımı onlarla tazeleyebilirdim. Benim eşime ve çocuklarıma yazdığım mektuplar eşim tarafından itinayla korunmuş, içlerinde ucu yakılmış olanlar bile var. Benim mektup yazarkenki yüz ifadelerimden evine aşık bir adam (ben evine diyeyim de, siz isterseniz eşine deyin) olduğuma kanaat getiren Aster-İş şube başkanı Cihan abi, dur mektubun ucunu yakalım, demiş, yakmıştık. Kendisini rahmetle anıyorum. 12 Eylül 1980 Askeri darbe anılarından bir çıkabilsem sizleri daha fazla sıkmadan...

26 Ocak 2010 Salı

KAR YAĞIŞI

Kar yağışını sevmeyen yoktur,hele büyük büyük atarsa. Pencereden bakarken bir yandan da çayını yudumlarsın, odanın içi sıcacık, oh... Bu söylediklerim tuzu kuru olanlar için.

Bir de kar yağışı vardır ki, anasının neresine yağdığını kimse söylemese de herkes bilir.

Çaycuma karakolunda gözaltındayız. Çocukları içeride olanlar komşularıyla karakolun önünde (Tekel işçilerinin sendika merkezinin önünde toplandığı gibi)toplanmışlar. Börek tepsisi, baklava tepsisi nezarethaneye dolu giriyor, boşu görevli asker tarafından dışarıya götürülüp kadınlara teslim ediliyor. Bir gün böyle iki gün böyle derken,karakolda bir hareketlilik başladı. Sizi mahkemeye çıkaracağız, dediler. Hele şükür memnun olduk. Arabalara bindirildik, gidiyoruz Devrek istikametine. Karakol arkadaşların ana baba, komşularından rahatsız olmuştu, Kendi kendime demiştim, ulan bu baklava börek işi çok sürmez, diye. Devrek Jandarma Alayına bizi getirdiler. Alayın kendi personeli için yapılmış disiplin evine. Sactan yapılmış baraka. Bir bölümü erler için, bir bölümü subay astsubay için. İçeriden birbirine misafirliğe gidebilirsin.Her şey mükemmel. Disiplin subayı son derece nazik. Hatta sıgaranız yoksa, içerseniz Astor yollayayım, der demez gerçek Amerikan Astor sigarası zannedip içeriz, dedim. Gele gele asker sigarası geldi..Hem solcusunuz hem Astor istemeye utanmıyor musunuz, dese öttük. Çaycuma'da komutan sendikacı olarak bizleri karakola çekip sendikaları aşağılarken, Komutanım senin işin gücün sendika ve işçiler. Seninle ilgili kafamda, bu adam işçi düşmanı, diye bir fikir oluştu, dedim. Kafana sıçayım, ben sizin gibi sahte solcu değilim dediydi.

Devrek'te Alay'da yılbaşına yakın bir tarih...Bir kar yağdı, bir yığdı(İkinci dediğim kar yağışından), elektrik nakil hatları büyük zarar görmüş. Bir iki hafta elektrikler gelmeyebilirmiş. Alayda Mutfak yemek yapamaz, Fırın ekmek çıkaramaz duruma düştü. Su yok. Alayın alternatörleri var, uzun süre kullanılmadıklarından elektrik üretemiyor. Usta, mühendis, elektrik kurumundan teknisyenler derde çare olamamışlar.

Disiplin yüzbaşısı ile başka bir yüzbaşı disipline, yanımıza geldiler. Zeki Albuz kim oluyor, dediler. Benim, dedim. Çok zor durumda kaldık, bizim jenarötörlere bir bakıverirsen memnun oluruz. Hem beni gözaltına alacaksınız hem bana tamircilik yaptıracaksınız, olmaz dedim(İçimden bizde karanlıkta,susuz kalacağız şuna bir göz atayım, olacak bir şey ise yapayım diye geçirdim). Arkadaşlar git bakıver, o iş ayrı, bu iş ayrı, dediler. Arıza yerine gittik, çalıştırdılar, motorlar çalışıyor, sadece elektrik üretemiyor. Benim için peynir yemek kadar basit. Uzun süre çalıştırılmadığından mıknaslanma yok olmuş. Akü ile tampon yapıp bırakılacak, hepsi o. Seka'ya gidin, falanca şahsı getirin, gelirken bir de ölçü aleti getirsin (Alın dediğim arkadaş efendi bir teknisyen, lakin siyasi görüşünü saklayan biri, biraz korksun, dedim). Gitmişken motor teknisyeni falancayı da getirin, dedim (Motor teknisyeninin oğlu disiplinde bizle birlikte: adam oğlunu görmüş olsun).

İşlemler bitti, motorları çalıştırdık, elektriğe yol verdik, hep birlikte sevindik.
Disiplin yüzbaşısı, su motorumuza bir bakıver, ürettiğimiz elektrik su pompa motorunu çalıştırmaya yeter mi, dedi .Tam bu sırada motor teknisyeni abimiz, yüzbaşım çocuğu görebilir miyim? Ne çocuğu? Gözaltındakilerin içinde benim çocuk da var. Yüzbaşı bana baktı gülerek, büyük adamsın, dedi. Abimiz çocuğunu görmeye giderken biz de su pompasına yöneldik.

Hesap işleri benim işim değildir. Su motoruna baktım, kafamda elektrik üreten üretecin kalıbıyla mukayese ettim. Tamam siz yine de aydınlatmalarla birlikte çalıştırmasanız iyi olur, dedim.

Disipline geldim. Yeni oturmuştum. Az sonra sigortaları sökmeye geldiler. Demiştim ya aydınlatmalarla birlikte su motorunu çalıştırmasanız iyi olur diye, onlar da lüzumsuz yerlerin sigortalarını topluyorlar. Disiplin odası da lüzumsuz bir yer değil mi siviller için ? Asker olsak neyse.

Tören kıtası gibi bizi uğurladılar. Bizi Gölcükte kim tanır, komutanım hapı yuttuk dedim. Sen memleketi boş mu sanıyorsun, adil yargılanacağınıza güvenebilirsin, dedi.

Yılbaşında Gölcük Güllü bahçedeyiz...

20 Ocak 2010 Çarşamba

LAF LAFI AÇIYOR

12 Eylül Darbesi sonrası kaç defa işyerinden alınıp bırakıldığımı saymadım. Bir gün yine işyerine gelip beni aldılar. Gelmişken işyerini de arayıverelim, dediler.
Erotik resimli birkaç magazin dergisi buldular, gırgırına aradığımızı bulduk, dediler. Dergileri almadılar ama beni alıp karakola götürdüler, nezarethaneye attılar. Ben nezarethaneye alıştım gire çıka. Hatta dışarıya bakan küçük bir penceresi vardı nezarethanenin, camı kırıktı, soğuk geliyordu. Deniz yüzbaşıya söyledim girip çıkıyoruz, soğuk oluyor, mümkünse camı taktırıverin, dedim. Baktım takılmış, benden önce dernek, sendika yöneticileri odada misafir edilmiş. Halise'nin akrabasının "Eve de haber vermedik bu gece burada mı kalacağız" dediği gün. Gece komutan geldi "Sizi şimdi bırakacağım ama, evlerinizden bir yere ayrılmayın" dedi. Ulan şimdi yandık dedim içimden. Gecenin ortasında neyle gidilir taa Gökçebey'e, sabahlasan dışarısı soğuk. Zeki Albuz, sen bizimle kalıyorsun. Herkes gitti. Komutan, komiser, jandarma, yeterince polis, ekip arabasına bindik Gökçebey'e gidiyoruz. Senin evi arayacağız bir şey çıkmazsa bırakacağız, dediler. Çaycuma-Gökçebey 20 km. Bir yandan da korkuyorum. Polis jandarma karması evde arama yapacak, birisi ararken bir şey bırakırsa, diye. Gökçebey'e geldik. Eve önce ben girdim. Halise(eşim) yatmamıştı (Beni her zaman bekler yatmaz). Komutan ayakkabıları çıkartalım mı dedi; postala baktım ne zaman çözülür bağlanır, hem adam kızarsa, diye geçti aklımdan. Gerekmez, buyrun, dedim. Odalara dağıldılar, tüfeğin yüzüne bile bakmadılar. Arama tamamlandı, tutanak tutuldu. Halise çay demleyim içer miydiniz, dedi. Yok, sağol, deyip beni bırakıp gittiler. Ben de taksi parası vermeden Gökçebey'e gelmiş oldum (Bu iyiliği unutursam nankörlük etmiş olurum).

Komutan, eniştemin(Hamdi abi) köylüsü. Arasıra, enişten nasıl görüşüyor musunuz, diye soruyor, görüşemiyoruz fırsat olmuyor, diyorum. Eniştemin 12 Eylül'ü destekleyeceğini biliyor bana dümen yapıyor. 12 Eylül öncesi eniştem derdi ki Karabük'te olayları Kambur çıkartıyor. Yine O dönemde enişteme sağcılar suç işliyor dedittiremezdiniz, aynen sayın büyüğümüz gibi. Kambur da solun herhangi bir fraksiyonundanmış. Adam kambur olmayıp sağlam olsaymış devrimi yapacakmış anlaşılan.

Nur içinde yatsın, sonradan eniştemle siyasi dostluğumuz çok ilerledi.Kısa bir anımı anlatayım: Eniştem oturuyor, bizi seyrediyor. Ablamla biz bahçede çalışıyoruz.
Bak abla, dedim burada yerin kimin olduğunun önemi yok, senin veya benim: birlikte üretiyoruz birlikte yiyip içiyoruz buna sosyalizm derler.Bunu Hamdi abi duysa (duyuyor)kızar, bahçeden birşey de koparmaz, dedim.Gülerek, yok yok, dedi.

Hacı olmasına rağmen benim rakıyı sevdiğimi bilir, çocuklarına, dayınıza bakım yapın, derdi. Ablam dahil çocukları bu bakım geleneğini bozmadan sürdürüyorlar(Gele
neklere bağlı kalmak ne güzel şeymiş!).

Yazıya nereden başladık, nereye geldik.Boşuna dememişler, laf lafı açar, laf da dötü açar...

19 Ocak 2010 Salı

12 EYLÜL SABAHI, 1980

12 Eylül Askeri Darbesiyle ilgili çok şey yazıldı, çizildi. Kenan Evren anılarını yazdı, Süleyman Demirel anı değil itiraf, diye cevap verdi. Bunda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.Hemde kaynağından. 27 Mayıs 1960 ihtilaline ait anılarımı yazıp 12 Eylül 1980 Askeri darbesine ait anılarımı yazmasam 12 Eylül darbesine haksızlık etmiş olurum.

Siyah beyaz televizyonumuzdan askerlerin yönetime el koyduğunu öğrendik. Komşumuzun oğlu kitap sevdiğimi, solcu olduğumu bildiğinden kapımıza gelerek haber verdi, Zeki abi darbe oldu, evde kitap varsa yok et diye. Kitap, dergi bizim gibilerin evinde mutlaka olur. Yasaklanmış yayın olmadığını bildiğimden rahatça, sağol, dedim. SEKA'da çalışıyorum. Aynı zamanda sendikanın Çaycuma Şube başkanı olduğumu bu arada belirteyim. Kahvaltı yapıyoruz eşim ve iki çocuğumla. Sabah iş için her zamanki gibi erken kalktık ama sokağa çıkma yasağı bildirileri okunduğu için işe gidemedim. Kahvaltıyı bu sebepten çocuklarla birlikte yapıyoruz. Biri dokuz, diğeri altı yaşında olan çocuklarım ne olduğunu kavramaya çalıştıkları yaşlarda. Sokağa çıkma yasağı var, uyan yok. Cuma günü Gökçebey'in pazarı. Köylerden pazara gelenlerin bir kısmı bizim evin önündeki yoldan geçiyorlar. Küfeyi sepeti yüklenmişler pazara satmaya mal getiriyorlar. Bir iki defa pencereden, gelen var mı diye baktım. Az sonra beni almaya geleceklerini söyledim. Eşim, kim gelecek, dedi polis-jandarma olabilir, dedim. Neden, dedi, sendikadan dedim. İyi ki söylemişim, daha sonra kimse şok olmadı.

Evin önüne polis minübüsü kahvaltı sofrası kaldırılmadan geldi. İçinde birkaç jandarma, üç polis. Kapıyı çaldılar. Ben daha önce hazırlanmıştım. Evden çıkarken eşim ne zaman geleceğimi sordu. Geleceğimi kim söyledi, belki hiç gelemeyebilirim, dedim (Gözaltında eşimin akrabası "Eve haber de vermedik, vakit de geç oldu, bu gece burada mı kalacağız yoksa" diyerek beni çok güldürmüştü. Gülmekten, çıkacağını kim söyledi, diyemedim. O gülmenin krize dönüşmesi, aynı sözü eşimin de kullanmış olmasıydı.)

Polis minübüsüne bindim, kapıya son bir defa baktım, araç hareket etti. Çarşı içinden geçerken Selim Özdemir'in kahvesinin önünde kalabalık oturuyor, Kamil Karademir ayakta konuşuyor. Darbe hakkında konuştuğu belli. Minübüsün ön koltuğunda oturan polis memuru "Burada hiç bir şey olmamış gibi herkes sokakta" dedi. Buranın halkı sıkıntıya gelmez, dedim. Ters bir bakış baktı, bir şey söylemedi. Kendime güvenimi canlı tutuyorum. Çaycuma Polis Karakoluna geldik. Zeki Albuz'u getirdik dediler. Beni getiren polis ve jandarma ekibi diğer dernek yöneticilerini getirmek üzere gittiler.

Komiser ve polis memurlarıyla bir de astsubay, sendika binasına geldik. Sendikada arama yapıldı. Tutanak tutuldu. Bir sureti bana verildi. Yasak yayın ve suç unsuruna rastlanmamıştır, diye. Tekrar karakola döndük. Karakol ana baba günü. Asker polis karması, son söz askerden çıkıyor, bazen tersi oluyor, organize olup görev bölümü yapamadıkları belli. Burada durmaya gelmez, içeri atıp adamı unutabilirler, dedim. Komisere yavaşça, ben gideyim, dedim git de ayrılma bir yere, dedi. Gece oniki. Seka işçi servisiyle doğru evin yolunu tuttum. Sonraki günlerde işyerinden alınıncaya kadar....

18 Ocak 2010 Pazartesi

HACIOĞLU MEHMET (DEDEM)

Ninemi anlatıp da dedemi anlatmadan geçmek olmaz. Sizlere dedemi anlatayım.

Esas adı Mehmet olmasına rağmen dedeme Hacıoğlu derlerdi. Hacıoğlu dedemin mahallesinin adıdır. Köyünde hak hukuk tanımayanların pek haz etmediği dik duruşlu sempatik bir adam. Lafını esirgemeyen birisi olduğu gibi milletin ne diyeceğini, ne demiş olduğunu hiç umursamazdı. Bizim buralarda eşek beslenmez,yardımcı hayvan olarak kullanılmaz. Kendine güldürmemek için cesaret edip kimse şimdi bile eşek edinemez. Dedemin eşeği varmış (Ben hatırlamıyorum çok küçükmüşüm)Teyzemin oğlu Hayati abi(dedemden dolayı onada Hacıoğlu derlerdi)"Dedem eşeğe ters biner, binmekle kalmaz üstünde kurmalı gramofon çalardı" derdi. Teyzemin oğlu yaşındakiler bana sorarlardı, dedenin eşeğini, eşeğine ters bindiğini, üzerinde gramofon çaldığını biliyor musun diye. Dedem bunu şaka olsun diye Bakacakkadı'da mahallemizde yapmış. Anlattıkları aynı şey. İki kızının evli olduğu Bakacakkadı'daki mahallemize misafir geldiği için coşmuş olabilir.

Dedem yıllarca cephelerde savaşmış. Yemen'de İngilizler esir almış. Kurtulmayı başararak tekrar evine dönebilmiş nadir insanlardan biriydi.

Dedem elden ayaktan düşmüş bakıma ihtiyacı vardı. Makasbaşındaki evimizde ölünceye kadar kaldığı dönemi iyi hatırlıyorum. Sürekli savaş anılarını anlatırdı. Benden başka can kulağıyla dinleyeni de yoktu. Sigara onun herşeyiydi. Savaştan bahsetmesine de, sigara içmesine de başta ninem olmak üzere kızarlardı.(Lami Teksöz sen hangi sülaleden evlendiğini gör)Dedem de "Bu evde yerlerimi bağışlayacağımdan dolayı bakılıyorum, yerlerimin tutarının beni sigarasız bırakmaması lazım" derdi. Kızdığı zaman "İngilizler bana sizden iyi baktı" lafını çok söylerdi. Dedemin anlattığına göre köyden üç kişi olarak gitmişler askere, oradan cepheye. Arkadaşları dedeme demişler ki, Mehmet buralarda ölüp gideceğiz, kaçalım. Dedemi ikna edememişler, onlar kaçmış. Atılan top mermisinden dedeme şarapnel parçası isabet etmiş (ayağında çukuru vardı). Yanağından mermi girmiş izi belliydi. Yarı tedavi olunca zor zaptolurmuş, cepheye bir an önce gitmek istermiş.

Bataryalı bir radyomuz vardı, Mediha ablam şarkı türkü dinlerdi. Dedem şarkı türküleri duyunca "Ne gününüze eğleniyorsunuz, düşmanlar bize bunu bırakmazlar, bunun acısını mutlaka çıkarırlar, siz bunları tanımıyorsunuz" derdi. Bizim aklımıza acırdı.

Dedemin savaştığı düşmanları hakkındaki teşhisinin doğru olduğunu yıllar sonra anlıyorum. Dedemden ölümüne kadar ne bir dua duydum, ne de inançla ilgili bir eylem. Bize bu güzel vatanı bırakan bu insanları rahmetle anıyorum.Cümlesi nur içinde yatsın...Ha, dedemin yerleri ne oldu derseniz diğer damadına bıraktı.İyi de etmiş sizmisiniz adama sigara içirmeyen.

13 Ocak 2010 Çarşamba

27 MAYIS 1960 ANILARIM

Orta birinci sınıfta okuyordum 27 Mayıs askeri darbesinde. Okulların tatil olacağının son günüydü, günlerden cuma. Radyodan askerlerin yönetime el koyduğunu bildiren konuşmalar yapılıyordu. Mahalleden Yenişehir ortaokulu ve lisesinde okuyan(Lise orta aynı okul)arkadaşlarla okul yolunu tuttuk. Cadde ve sokaklarda okula giderken asker falan görmedik. Askerin yönetime el koymasının ne olduğunu bilenimiz de yoktu.Her şeyi bilen mahallemizden tenekecinin oğlu Ahmet abi bile bizi aydınlatamadı.

Okul bahçesinde bekledik,derse girme saati geçti,okula alınmadık. Az sonra kulaktan duyma okulun kapandığını, herkesin doğru evine gitmesinin söylendiğini öğrendik.
Okul dönüşümüz gidişimizden yaklaşık bir saat sonra oldu. Caddelerde ikişer ikişer gezen inzibatlar (beyaz miğfer, ayakkabılarının üzerinde beyaz tozluk,beyaz kemerleri
olan askerler)göreve başlamışlardı. İnzibatlar tatil günleri eskiden de gezerlerdi, aradaki fark sayıca fazla gözükmeleri. Sokağa çıkma yasağı yok. İnzibatların görevi caddede yürüyen insanları birbirinden ayırmak. İki kişi üç kişi yanyana konuşarak gitmeyecek, diye emir almış oldukları anlaşılıyor. Bize bir şey söylemedi inzibatlar. Ana caddeden aştık, evlerimize dağıldık.

Kısa bir sürede bu darbenin Demokrat Partiye karşı yapılmış olduğunu anladım. Hareket memurunun kızı Gülay, oğlu Özcan, istasyon şefinin oğlu Saruhan, mahallede kolkola gezerek şarkı halinde,

Oğoğoğo ne oldu
xxxxxxxxx ne oldu
XXX
Olurmu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu
XXX
Bir baba hindi
xxxxxxxxx bindi

tekerlemelerini söylüyorlardı. Sesleri çıktığı kadar yüksek, tempo olarak düzgün, sözleri anlaşılır halde. Babam Demokrat Partiliydi (babamızdan dolayı biz de küçük de olsak partiye sempati duyardık). Partiye üye miydi bilmiyorum ama, Vatan Cephesine aidat yada bağış olarak para verdiğini annemle atıştıklarında öğrendim. Konuşma aynen şöyleydi;

Annem:Haraç veriyorsun adamın karısının kolu yukarı kadar bilezik dolu.

Babam:Vermeyip de Kars'ta Van'da mı soluğu alacaksın?

Annem: Bende rey verirsem bunlara insan değilim.

Babam: Münasebetsizlenme !

Radyodan, yakalanan vekilleri, önemli kişileri haber olarak veriyorlardı. Daha sonraları Menderes'in de yakalandığını söylediler. Vatan Cephesine kaydolanları her gün saatlerce okuyan radyo şimdi tersinden okuyordu. Yassıada mahkemeleri kaç ay sonra kuruldu hatırlamıyorum. Aklımda bebek ve köpek davası kalmış. Asamazlar, asacaklar tartışması yapıyoruz. Herkes babasının tuttuğu partiye göre konuşuyor. Bir sabah gazete almaya gittim, gazetelerde üç kişinin idamı yakın çekim basılmış. Fotoğraflar bile adamların asıldığına inandıramadı bazı arkadaşları. Asılanlara o tarihte ben de babam gibi çok üzüldüm. İdama karşı olduğumdan değil, asılanların Demokrat Partili olduğundan.

27 Mayıs'ı, 12 Mart'ı,12 Eylülü yaşadığıma göre; zamanında farkına varamadık ama 27 Mayıs bir devrimmiş. Aydınlanmanın bilinçlenmenin ülkemizde başlangıcıymış. Nice yurtsever devrimci Atatürkçü genç bu aydınlanmanın ışığında toplumumuza öncülük ettiler. 12 Eylül darbesiyle tam zıtlık arzeder. Birisi demokrasinin yolunu açtı, diğeri demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdı. Askeri müdahelelere haklılık kazandıracak davranışlar içinde olmamak gerekir. Seçimle gelenin seçimle gitmesi en uygun yoldur.

11 Ocak 2010 Pazartesi

BABAMIN MEDİNE' DEN YAZDIĞI MEKTUP

"Oğlum Zeki,31-3-965 Çarşamba

27 Mart 1965 pazartesi günü yani onüç günde Medinei Münevvereye salimen geldik.burada 8 gün kaldıktan yani ziyaretleri bitirip 40 vakit Namaz kıldıktan sonra 70 Klm.ileride bulunan Mekkei mükerremeye gideceğiz ve hac farizasını ifa ettikten sonra inşaallah salimen döneriz halen sıhhatim çok eyi hamdü şükürler olsunki o bizi yaradan Allahıma başım bile ağrımadı.inşaallah sizlerde iyilersinizdir oğlum nenen behiye teyzen Asiye teyzenlere Annene çok selam ederim bana Dua etsinler biraderlerimin hepsine hemşerelerime eniştelerime köy komşularıma büyük küçük hepsine selam eder büyüklerin ellerinden öperim Küçüklerin gözlerinden öperim Medihaya senihaya figene ersin sezginlere Hamdi Hayrettinlere selam eder gözlerinden öperim.başka diyeceğim yok tekrar selam eder gözlerinizden öperim oğlum vazifene yani dükkana iyi bak,

baban
imza.

bu mektubu saklayasınki Medinei Münevvere hatırası olacaktır.

Tefende Siyami ve hanımıda iyilerdir çocuklarına selam ediyorlar söyleyiver bütün arkadaşlar iyilerdir."


Mektubun arka sayfasını okumak için çerçeveyi söktüm, kartonun arasından katlanmış bir kağıt çıktı ki şu anda gözyaşlarım klavyeye akıyor, harfleri zor görüyorum. Annemin gömme izin kağıdı. Kendimi salıverdim. Neler kaybetmişim ne kadar özlemişim. Kağıt diyor ki yukarıda adı soyadı hüviyeti yazılı ölünün gömülmesine izin verilmiştir. Kanunsuzluktan yattın çıktın buna nasıl müsaade ettin, deyip koyverdim salya sümük.Ülviye'ye ve sana ne kadar teşekkür etsem azdır.

7 Ocak 2010 Perşembe

NİNEMİ DAHA BİR SEVDİM

Ninemi hep elinde tesbihi, yattığı divanın üzerinde oturmuş, beyaz tülbentini başına taktığı fesinin üzerine serbestçe örtmüş olarak hatırlarım. Ortaokula gittiğim yıllarda Karabük'te bizde kaldığından birlikteydik. Ninemle ilgili çok anılarım var. Ninem öleli neredeyse kırk yıl olmuş. Benim anılarım varsa ablamların yokmu? Tabii ki benden büyük olduklarından daha fazla. Fazla olmasına fazla ama konuşulmadığından bilmiyoruz. Geçtiğimiz sene Mediha ablam ninemle olan bir anısını anlattı ki bu yazıyı bana yazdıran ablamın o anlattıklarıdır. Bundan sonrasını Mediha ablamın ağzından dinleyelim:

"Ninemden siz ne umarsınız size bir şey anlatsam. Biz hep bir ağızdan, anlat abla anlat. Hacıoğlunda Dutyanı diye bir yer var(Hacıoğlu dedemin köyü oluyor)zannedersem orada ninemin akrabalarından birisinin kınası varmış. Ben çocuktum ninem bana gel seninle kınaya gidelim dedi. Birlikte kına yerine gittik. Kadınlar iyi kalabalıktı. Oturduk. Çok geçmeden hadi bakalım Çufadar kızı al şu tefi eline dediler (Çufadar kızı ninemin gelin geldiği kökünden dolayı kendisine verilmiş lakabı). Ninem aldı eline tefi, bir çalıp bir söyledi, milleti coşturdukça coşturdu. Ne söylediğini şimdi hatırlamıyorum ama o, türküleri bir güzel söylüyor, bir güzel söylüyor anlatamam. Sesi de zil gibi hala kulaklarımda. O gece milleti çok oynattı. Hiç bu yönünü görmemiştik ninemin. Ninem yine birgün, gel senle düğüne gidelim, diye beni çağırdı. Düğün evine gittik. Kadınlar orada nineme çalıp söyleyiver dediler, ama ninem olmaz, dedi, ısrarlara rağmen çalıp söylemedi."

Müzik bize ninemden mi geçti yoksa, diyesi geliyor adamın. Her zaman çalıp söylemediğine göre, çalmam da söylemem de dedikten sonra kararlı duruşuna bakılırsa ninemin gen olarak Aytekin'e birşeyler bıraktığı kesin.

Dedem birinci dünya savaşına kurtuluş savaşına katılmış, onyıllarca cephelerde kalmış, Yemen'de esir düşmüş, vucudunda şarapnel çukurları olan altın madalyalı bir kahramanmış (parasızlık yüzünden madalyasını sonra satmışlar). Dedemin kardeşleri dedem için cepheden gelemez diye nineme çok kötülükler yapmışlar, bırakıp ana evine gitsin, dedemin yerleri kardeşleri arasında pay edilsin... Ninem bütün bunlara göğüs germiş yiğit bir kadın. Dedem yıllar sonra cepheden evine geliyor, çocukları oluyor. Dedemin beş kızı olduğu için yerler damatlara gidecek düşüncesiyle nineme ve dedeme düşmanlık devam etmiş. Dedem cephedeyken ninemin söylediği hasret ve sitem dolu şiirlerinden iki dörtlük Saadet yenge (Ölen teyzemin Çaycuma'da oturan gelini)tarafından bana kızkardeşim Seniha'nın da olduğu misafirlikte okundu. Ninem bunu türkü gibi söylermiş:

Karabiber dibekte
Bir yar sevdim ırakta
Olsun varsın ırakta
Sevgisi var yürekte

Avla dibi ısırgan
Gavur musun müslüman
İşte ben gidiyorum
Kurban kesin komşular

Nur içinde yat sevgili ninem. Senin gibi biz de çaldık oynattık. Senin bu yeteneğini öğrendiğimde seni daha bir sevdim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

BABAMDAN

Babamı anlatma fırsatını kendim yaratmış olmama rağmen, sanki bana böyle bir imkanı veren birileri varmış da onlara teşekkür borçluymuşum gibi geliyor içimden.

Okulların kapalı olduğu yaz tatillerinde camilerde namaz sureleri ezberletilirdi. Karabük'te Yenişehir Camisine mahallemizden çocuklarla bu amaç için giderdik. Babam camiye gittiğimi daha sonra benden öğrenirdi. Namazlı abdestli olan babam bundan çok hoşlanırdı. Bende zaten camiye gittiğimi bunun için söylerdim. Ramazan aylarında Karabük Şehir Kulübü(memurların kulübü)camiye döndürülür, müftü burada memurlara teravih namazı kıldırırdı. Her düzeyde memur ramazan öncesi oyun oynadıkları bu yerde teravih namazı kılarlardı. Müftünün olmadığı zamanlarda namazı babam kıldırırdı. Babamın Karabük'teki o zamanki görevi DDY Kısım Şefiydi. Emekli olduktan sonra köyümüzde cami hocalığını uzun süre amatör olarak yaptı. Yaz tatillerinde o da müftülükten müsaadeli, camide çocuklara namaz sureleri ezberletirdi. Namaz kılacak kadar sure ezberleyen kendini yetişmiş kabul ediyor olmalı ki, camide bu çalışma onbeş günde bitiyordu. Karabük'te de böyleydi, onbeş günde biterdi süre ezberleme işi. Sure ezberleme dışında başka bir şey öğretilmezdi.

Hocaların çocuk okutma işinden çok korktuklarını biliyorum. Kardeşimle (Seniha)benim için evimize bayan din dersi hocası gelirdi. Ücretli bu özel hocayı herhalde annem tutmuş olacak ki babamın anneme "Bu abdest almayı bile öğretemez" dediğini duydum. Bu bayan hoca anneme işin zorluğunu ve tehlikesini anlatırdı. Eve girmeden sağa sola bakınırdı. Annemi tembihlerdi, komşulara bundan bahsetme, diye. Annemse onun bu zorluk içeren laflarını zam istemesine yorar, oralı olmazdı.

Devletin, halkın dini inançlarını yerine getirmesine, onu öğrenmesine imkan sağlarken, buna yalnız belirtilen yerlerde müsaade ettiğini daha sonraları anladım. Babam Devletin bu tutumunu beğenir hiç rahatsız olmazdı. Hatta daha sıkı önlemler almasını isterdi. Babama göre başına sarık geçiren herkes kendini din adamı sayıyordu. Böylelerini siz bilmezsiniz, ev ev gezip tuz çevirir, bir şeyler okur üfler, yarım teneke buğday, yarım teneke mısır alırlardı. Böyle din adamlarının itibarı yoktu. Hocalara dilenci gözüyle bakılıyordu. Atatürk din adamının ve dinin itibarını kurtardı demişti bir keresinde.

Siyasi dincilik babam sağken kendini çeşitli şekillerde gösteriyordu. 12 Eylül darbesine kadar tek tehlike vardı, o da komünizm. Babam da buna inananlardandı. Darbeden sonra rabıta örgütüne teşekkürle başlayan süreçte yeni bir din icat edildi. Giyim kuşama, peygamberin yaş gününe indirgenen bir din. Ha, o öğrendiğimiz süreler ne oldu? Ben de bunun cevabını aramaktayım desem, nur içinde yatsın babamı üzerim. İnsanların temiz duygularını, inançlarını ikballeri için kullananlarla kullandıranlara kırgınım.