29 Ocak 2010 Cuma

BARIŞ, DEMOKRASİ ve İNSAN HAKLARI

Yazmaya zamanım yok,ertelesem unutabilirim. Kısa bir anlatım olacak.Gölcük'te duruşmalarımız başlamış, tanıklardan bazıları huzurda dinlenmek üzere getirtilmiş. Mahkeme heyetinin durumuna göre salonun solunda biz, sağında tanıklar, arkamızdaki sıralarda mahkemeye dinleyici olarak gelen yakınlarımız oturuyor.

Tanık ifade vermek üzere ayağa kaldırıldı. Ben tanımıyorum kadını. Hakim sordu;
Bunları tanıyormusun? Baktı, tanımadığını söyledi.

Sen "Çin elinizi Vietnam'dan çekin" diye imza toplamışsın, imza da atmışsın dedi hakim. Kadın evet dedi. Sen ne iş yaparsın? Ev kadınıyım. Ev kadınının ne işi var Çin'le Vietnam'la. Ben anayım, ana olarak savaşa karşıyım. İç savaşa da karşı mısın?Savaşın her türlüsüne karşıyım. Bu adamları komünizm propagandası yaparken gördün mü?Hayır.

Sıra diğer tanığa geldi, o da ifadesini verdi.Mahkeme bir başka tarihe ertelendi.

Ülkemizde yıllardır terör çok canlar aldı.Samimi veya gayrısamimi her yol denendi. Şimdi açılım adı altında pek inandırıcı olmayan belirsiz girişimlerin amacının ne olduğu da kuşkulu, devam ediyor.

Tam bu sırada Tekel işçilerinin şanlı direnişi ülkeye dosluk ve kardeşliğin ancak emekçilerin birliğiyle getirilebileceğini gösterdi. Alt kimlikler yok, dayanışmaya gelenlerde de yok. Ölümüne birliktelikleri var. Onlara su sıkmak ezip geçmek yerine teröre harcanan paranın çok küçük bir parçasının Tekel işçilerine ve diğer emekçilere harcanması çıkış yolu olabilir. Eski bir işçi, eski bir sendikacı olarak yetkilileri duyarlı olmaya davet ediyorum.

Tekel işçileri bazılarının gevelediği "işçi sınıfı mı kaldı, emek mi kaldı" sözünün sahiplerini mahcup etti.Şimdi onları dünya izliyor, destek veriyor. ülkede barış sağlamanın yolu gözüktü. Darbelere karşıysanız işçi sınıfını güçlendirin. Genel greve darbe dayanamaz. Emekçiler örgütlü ve güçlü oldukları zaman caydırıcı güçtür darbelere karşı. Gönlüm bu fırsatın kaçırılmamasını diliyor. Tanık ev kadını savaşın her türlüsüne karşıyım, demişti. Bu güzel sözün "Analar ağlamasın" sözüyle birleşmesi en büyük dileğimdir.

28 Ocak 2010 Perşembe

KAFA İKİ, KARIŞ BİR

Günümüzde başarılı çocuk, okuyan çocuk olarak anlaşılır. Takdir ve teşekkür getiren çocuklar zayıf getiren çocuklara göre elbette öğrencilikte başarılıdır. Çocukların bir de mahalledeki başarıları vardır ki ana babalar bilmez çocuklarındaki yetenekleri, yeteneksizlikleri.

Şimdi nereden aklına geldi, derseniz, Onuralp (torunum)karne tatili dolayısı ile
bizde.Önünde bilgisayar, oyun oynuyor(Penaltı atıyor), kulağı televizyonda futbol maçı yorumunda. Bir yandan da benimle konuşuyor. Dede sen futbol oynadın mı? Oynadım. İyi oynuyor muydun? Hayır, iyi oynayamadığım için kaleye geçirirlerdi. İyi bir kaleci miydin? Hayır.

Şahin diye bir arkadaşım vardı. Mahalle maçlarında kalemizi o korurdu. Çok iyi bir kaleciydi, Demirspor onun büyümesini bekliyordu. Şahin'in babası da demiryolcuydu. Akşamları cümbüş çalar, rakısını içerdi. Karısının adı Hatice'ydi. Evleri (lojmanları)babamın Kısım 234 Şefliği yazıhanesine çok yakın olduğu için, rakı kokusu, cümbüş sesi gelirdi. Her akşam "Kız Hatice Hatice, kaçalım gel gizlice, el ayak çekilince" şarkısını birkaç kere söyler çalardı. Mahalle arkadaşları olarak bisikletlerle gezmeye gittiğimizde Şahin benim bisikletin arka selesine oturur, istek şarkıları okurdu, sesi de güzeldi. Şahin'in çok kardeşi vardı. Bu aile uşaklı, diye bilinirdi.Ben, çok çocukları var, onun için uşaklı dediklerini sanırdım. Meğer gerçekten Uşak'lıymışlar, sonradan öğrenmiştim. Şahin'in şarkı söylemede üstüne yoktu. Okulda müzik dersinde bile, Şahin şarkı söylesin, derlerdi. Bu dalda başarılıydı.

Lafa futbolla başladık, oynadığımız diğer oyunlarla devam edelim. Kimler başarılıymış görelim.

Karabük 1961-1962. Mahallede topaç salgını var. Ucu kabaralı şimşir, üst kısmı boyalı, ipi özel topaçlar. Topaç satın alabilirsin ama onu layıkıyla çeviremezsin, ustalık ister. İpi bir güzel dolarsın, topacı yere doğru hızla atar, ipini de ona uygun çekersin. Tarifime bakmayın, en kötü topaç çeviren bendim. Topaçın ustası yine Şahin'di. Yarışma yapardık. En sona kalan topaç dönmeye devam ediyorsa birincidir (Drosel reklamı gibi oldu). Bir de topaç kırma müsabakası yapardık. Önce birisi topaçını atar, onun topacı dönerken diğeri o topacın üzerine atar, isabet alan topaç bazen yarılırdı. Bir kırma olmadıysa bu sefer diğeri önce topacını döndürür, onun topacı kırmaya çalışılır, bu böyle devam ederdi.

İkinci bir oyun, cikletten, gofletten çıkan üzerleri numaralı futbolcu resimleri veya artist resimleriydi(imzalıyı bulana hediye verilirdi hatta). Bunlarla alt mı üst mü oynardık ütmecesine. Ben hemen ütülürdüm. Bu işte Şahin ve Bekir iyi oynadıklarından herkesi üterlerdi. Bekir'le oynamaya çekinirdik. Bekir'in babası da benim babam gibi kısım şefiydi. Hem derslerinde, hem mahalledeki oyunlarda başarılı sayılırdı (Kamuda önemli mevkilere geldi sonraları). Ciklet almaktan iflahım kesilirdi. Birkaç gün resim biriktiriyorum, oyuna giriyorum, alt beş derler de bilirlerse beş resim birden gidiyor.

Diğer bir oyun da bilye(mile) oyunu. Bilye oyununu herkes bilir. Kafa iki, karış bir dendi mi, vurursan iki bilye alırsın, şayet vuramaz, karışlayabileceğin kadar yakınına atarsan bir bilye alırsın. Karışta elinin parmak uçları iki bilyeye de deyecek. Karışlarımızı büyütmek için elimize neler yapmazdık ki...

Bilyeyle oynanan mors diye bir oyunumuz daha vardı. Küçük bir üçgen çizilir, üç kişiyle oynandığından her oyuncu üçgenin köşelerine birer bilye koyar, atış yapacakları üç-dört metre mesafedeki atış çizgisine gelir, sırayla atış yaparak oyun başlatılırdı. Sıra için daha önce yapılan atışta kim üçgene yakınsa birinci, daha uzaktaki ikinci, diğeri de üçüncü olur, ona göre atış sırası belirlenirdi. Bilyeleri vurarak çıkartırsan senin olur, senin bilyen üçgenin içinde kalır veya senin bilyenı vururlarsa diskalifiye olursun, aldığın bilyeleri üçgene veya sona kalana bırakırsın.

Bu oyunda da başarısızdım. Satın aldığım bilyeleri arkadaşlarım hemen üterlerdi. Çabuk ütülmemek için yeni bilyelere oynanmış eski bilye veren komisyoncu arkadaşlara gidip 10 yeni bilye verip 20 eski bilye alırdım, yine de ütülmem çok uzun sürmezdi.

Şehir pulları vardı o zaman. Bilye ile puluna da oyun oynardık. Kategoriler damgasız şehir pulu, zarftan sökülme şehir pulu, damgasız damga pulu, damgalı damga pulu olarak ayrılırdı. Iskarta dedikleri atılan pullarla da çömezler oynardı. Mahallenin başarılı çocukları Bekir, Şahin ve Erdogan. Erdoğan Bekir'in küçük kardeşi, abisinin kazanımlarından dolayı sermayesi çok, yenilse bile arkası geliyor. Ben yine başarısızım.

Benim mahallede hiç mi başarı sayılacak bir işim yoktu? Müthiş marangozdum. Boyacılara sandık yapardım. Kendime bile yaptım. Şahin'le fabrika çıkışında
işçi ayakkabısı boyadık. Çok paralar kazandık. Evin haberi bile yok.

Sinema salonu yaptım bahçeye. Giriş ücreti belli sayıda cam kırığı, bakır tel, sarı,demir. Bu topladığım cam ve metalleri istasyonda leblebiciye satar paraya çevirirdim. Film olarak; renkli kesik filmleri perdeye yansıtıyorum büyüterek. Hareketsiz film.

Filmde altyazı varsa altyazılı oluyor tabii dil bilmeyenler için! Sonra mum ışıgında karagöz oynattım. Seslendirme tamamen çocukların ruhunu okşacak türden. Kızlar da gelmişlerse o zaman seslendirme daha usturuplu. Bu da benim başarım sayılır. Birdir birler, uzun eşekler, yakar top, istop, her oyun vardı o oyunlara yatkın olanlarda. Şimdi çocular oyun oynamıyorlar. Çocuğun başarısını mahalledede görmeliyim diyorum ama, kime...

27 Ocak 2010 Çarşamba

GÜLLÜ BAHÇE

12 Eylül askeri darbesinin iyi taraflarından bir tanesi parasız yolculuktur. Oradan oraya götürürler, hiç para talep etmezler, neme lazım haklarını yemeyelim. Bu her zaman askeri araçla olmaz, sivil araçlar da emre amadedir. Öz halamın Kayıkçılar'da oğlu var; mesleği otobüsçülük(sola şiddetli karşıdır), onu bulmuşlar bizleri Devrek'ten Gölcük'e götürme işi için(Parasını alabildimi bilmiyorum). Komutan, askerler ve biz otobüsteyiz. Arkada askeri pikap takip ediyor. Takip aracının kısa bir süre sonra geri döndüğünü gördüm. Gözaltına alıp bırakırken bile yakıtlarının olmadığını, müftülüğün benzinini kullandıklarını söyler yakınırlardı. Kelepçesiz yemek molası, çay molası verilerek muhabbetli bir yolculuk oldu. Halamın oğlu benimle hiç konuşmadı; ben bir laf attım hepsi o. Zaten fazla samimiyetimiz de yoktu halamın oğluyla.

Gölcük Güllü Bahçeye geldik. Bizi getirenler vedalaşıp gittiler. Üstlerimiz arandı, emanete alınan eşyalar belirlendi, evraklar, tutanaklar derken tek sıra onbir kişi malta kapısında durduk. Deniz askeri hapishanesi olduğu için kullanılan terimler gemiyle ilgili. Malta dedikleri koğuşlara giden meydanlık. İsminin sonradan Ergun olduğunu öğrendiğimiz bir başgardiyan bizi koğuşlara yerleştirecek. Sağcılar ayrı koğuşta, solcular ayrı koğuşta, kadınlar ayrı koğuşta...

Başgardiyan bağırarak sordu, Faşist misiniz Komünist mi? Aklıma mukayyet olmakla meşgulken arkadaşlar komünist'iz, dedi. Başgardiyan sekizimizi sağdaki koğuşa götürdü, içeri koyup kapıyı kapattı, geri geldi. Bize tekrar sordu. Komünist misiniz? Evet, dedik. Soldaki koğuşa da bizi sokup koğuşun kapısını kapattı. Sağ ve soldaki koğuşlar büyük, ikisi 150-200 kişi alıyor. Yine sağda ve solda iki de küçük koğuş var karşılıklı. Sağdakinde faşistlerin 30 kişilik koğuşu, solda kadınların 30 kişilik koğuşu var. Cezaevi genelinde 200'e yakın solcuya karşılık 15-20 sağcı.

Kapıda sorulan soru çok sonraları öğretmenlere de sorulacaktı. Ulus ilçesinden iki öğretmen, yaşça benden büyük, Töb-Der yönetiminde olduklarından gözaltına alınmışlar, mahkeme gününden bir gün önce bizim koğuşa getirildiler. 8-9 Aydır yerel hapishanede yatıp duruyorlarmış. Adamlar ağlıyor, resmen ağlıyor. Ne oldu abi, ağlıyacak ne var? Ağlayarak anlattılar: Başgardiyan Ergun onlara da sormuş(7-8 ay önce bize sorduğu gibi)Komünist misiniz, Faşist mi? Biz, demişler komünist de değiliz, faşist de değiliz, Cumhuriyet Halk Partiliyiz. Ergun bunlara birer tokat kaptırmış, ona ağlıyorlar. Ergun için faşistin komünistin önemi yok o hangi koğuşa koyacağını bilmek için soruyor. Askerlik görevini yapan bir bahriye askeri. Ben de CHP üyesi olarak ortadan idare etmeye çalışma, Ergun'un gazabına uğrarsın, diyorum partinin yöneticilerine.

Tutuklama kararına itiraz ettim dilekçeyle. Daha sonra yazının cevabı geldi: İtirazınız reddedilmiştir. Red cevabı yazınıza itiraz ediyorum, diye yazdım. O da reddedildi. Ben bir müddet itirazın reddinin itirazına, diye yazdımsa da başka yazılı cevap vermediler.

Yılbaşında çerez aldırmak serbest. Siparişler cezaevi yönetimine bildirildi,
çerezlerimiz geldi. Hele şükür dansözsüz bir yılbaşı geçirdik. İki ay öncesinden televizyonda dansöz çıkacaktı çıkmayacaktı diye konuşulurdu.

Cezaevinde bana gönderilen mektupları biriktirmiştim: büyük bir hatıra kaynağıydı. Tahliye olacağım gün tamamı dolabımdan yok edilmiş. Kafamdaki anılarımı onlarla tazeleyebilirdim. Benim eşime ve çocuklarıma yazdığım mektuplar eşim tarafından itinayla korunmuş, içlerinde ucu yakılmış olanlar bile var. Benim mektup yazarkenki yüz ifadelerimden evine aşık bir adam (ben evine diyeyim de, siz isterseniz eşine deyin) olduğuma kanaat getiren Aster-İş şube başkanı Cihan abi, dur mektubun ucunu yakalım, demiş, yakmıştık. Kendisini rahmetle anıyorum. 12 Eylül 1980 Askeri darbe anılarından bir çıkabilsem sizleri daha fazla sıkmadan...

26 Ocak 2010 Salı

KAR YAĞIŞI

Kar yağışını sevmeyen yoktur,hele büyük büyük atarsa. Pencereden bakarken bir yandan da çayını yudumlarsın, odanın içi sıcacık, oh... Bu söylediklerim tuzu kuru olanlar için.

Bir de kar yağışı vardır ki, anasının neresine yağdığını kimse söylemese de herkes bilir.

Çaycuma karakolunda gözaltındayız. Çocukları içeride olanlar komşularıyla karakolun önünde (Tekel işçilerinin sendika merkezinin önünde toplandığı gibi)toplanmışlar. Börek tepsisi, baklava tepsisi nezarethaneye dolu giriyor, boşu görevli asker tarafından dışarıya götürülüp kadınlara teslim ediliyor. Bir gün böyle iki gün böyle derken,karakolda bir hareketlilik başladı. Sizi mahkemeye çıkaracağız, dediler. Hele şükür memnun olduk. Arabalara bindirildik, gidiyoruz Devrek istikametine. Karakol arkadaşların ana baba, komşularından rahatsız olmuştu, Kendi kendime demiştim, ulan bu baklava börek işi çok sürmez, diye. Devrek Jandarma Alayına bizi getirdiler. Alayın kendi personeli için yapılmış disiplin evine. Sactan yapılmış baraka. Bir bölümü erler için, bir bölümü subay astsubay için. İçeriden birbirine misafirliğe gidebilirsin.Her şey mükemmel. Disiplin subayı son derece nazik. Hatta sıgaranız yoksa, içerseniz Astor yollayayım, der demez gerçek Amerikan Astor sigarası zannedip içeriz, dedim. Gele gele asker sigarası geldi..Hem solcusunuz hem Astor istemeye utanmıyor musunuz, dese öttük. Çaycuma'da komutan sendikacı olarak bizleri karakola çekip sendikaları aşağılarken, Komutanım senin işin gücün sendika ve işçiler. Seninle ilgili kafamda, bu adam işçi düşmanı, diye bir fikir oluştu, dedim. Kafana sıçayım, ben sizin gibi sahte solcu değilim dediydi.

Devrek'te Alay'da yılbaşına yakın bir tarih...Bir kar yağdı, bir yığdı(İkinci dediğim kar yağışından), elektrik nakil hatları büyük zarar görmüş. Bir iki hafta elektrikler gelmeyebilirmiş. Alayda Mutfak yemek yapamaz, Fırın ekmek çıkaramaz duruma düştü. Su yok. Alayın alternatörleri var, uzun süre kullanılmadıklarından elektrik üretemiyor. Usta, mühendis, elektrik kurumundan teknisyenler derde çare olamamışlar.

Disiplin yüzbaşısı ile başka bir yüzbaşı disipline, yanımıza geldiler. Zeki Albuz kim oluyor, dediler. Benim, dedim. Çok zor durumda kaldık, bizim jenarötörlere bir bakıverirsen memnun oluruz. Hem beni gözaltına alacaksınız hem bana tamircilik yaptıracaksınız, olmaz dedim(İçimden bizde karanlıkta,susuz kalacağız şuna bir göz atayım, olacak bir şey ise yapayım diye geçirdim). Arkadaşlar git bakıver, o iş ayrı, bu iş ayrı, dediler. Arıza yerine gittik, çalıştırdılar, motorlar çalışıyor, sadece elektrik üretemiyor. Benim için peynir yemek kadar basit. Uzun süre çalıştırılmadığından mıknaslanma yok olmuş. Akü ile tampon yapıp bırakılacak, hepsi o. Seka'ya gidin, falanca şahsı getirin, gelirken bir de ölçü aleti getirsin (Alın dediğim arkadaş efendi bir teknisyen, lakin siyasi görüşünü saklayan biri, biraz korksun, dedim). Gitmişken motor teknisyeni falancayı da getirin, dedim (Motor teknisyeninin oğlu disiplinde bizle birlikte: adam oğlunu görmüş olsun).

İşlemler bitti, motorları çalıştırdık, elektriğe yol verdik, hep birlikte sevindik.
Disiplin yüzbaşısı, su motorumuza bir bakıver, ürettiğimiz elektrik su pompa motorunu çalıştırmaya yeter mi, dedi .Tam bu sırada motor teknisyeni abimiz, yüzbaşım çocuğu görebilir miyim? Ne çocuğu? Gözaltındakilerin içinde benim çocuk da var. Yüzbaşı bana baktı gülerek, büyük adamsın, dedi. Abimiz çocuğunu görmeye giderken biz de su pompasına yöneldik.

Hesap işleri benim işim değildir. Su motoruna baktım, kafamda elektrik üreten üretecin kalıbıyla mukayese ettim. Tamam siz yine de aydınlatmalarla birlikte çalıştırmasanız iyi olur, dedim.

Disipline geldim. Yeni oturmuştum. Az sonra sigortaları sökmeye geldiler. Demiştim ya aydınlatmalarla birlikte su motorunu çalıştırmasanız iyi olur diye, onlar da lüzumsuz yerlerin sigortalarını topluyorlar. Disiplin odası da lüzumsuz bir yer değil mi siviller için ? Asker olsak neyse.

Tören kıtası gibi bizi uğurladılar. Bizi Gölcükte kim tanır, komutanım hapı yuttuk dedim. Sen memleketi boş mu sanıyorsun, adil yargılanacağınıza güvenebilirsin, dedi.

Yılbaşında Gölcük Güllü bahçedeyiz...

20 Ocak 2010 Çarşamba

LAF LAFI AÇIYOR

12 Eylül Darbesi sonrası kaç defa işyerinden alınıp bırakıldığımı saymadım. Bir gün yine işyerine gelip beni aldılar. Gelmişken işyerini de arayıverelim, dediler.
Erotik resimli birkaç magazin dergisi buldular, gırgırına aradığımızı bulduk, dediler. Dergileri almadılar ama beni alıp karakola götürdüler, nezarethaneye attılar. Ben nezarethaneye alıştım gire çıka. Hatta dışarıya bakan küçük bir penceresi vardı nezarethanenin, camı kırıktı, soğuk geliyordu. Deniz yüzbaşıya söyledim girip çıkıyoruz, soğuk oluyor, mümkünse camı taktırıverin, dedim. Baktım takılmış, benden önce dernek, sendika yöneticileri odada misafir edilmiş. Halise'nin akrabasının "Eve de haber vermedik bu gece burada mı kalacağız" dediği gün. Gece komutan geldi "Sizi şimdi bırakacağım ama, evlerinizden bir yere ayrılmayın" dedi. Ulan şimdi yandık dedim içimden. Gecenin ortasında neyle gidilir taa Gökçebey'e, sabahlasan dışarısı soğuk. Zeki Albuz, sen bizimle kalıyorsun. Herkes gitti. Komutan, komiser, jandarma, yeterince polis, ekip arabasına bindik Gökçebey'e gidiyoruz. Senin evi arayacağız bir şey çıkmazsa bırakacağız, dediler. Çaycuma-Gökçebey 20 km. Bir yandan da korkuyorum. Polis jandarma karması evde arama yapacak, birisi ararken bir şey bırakırsa, diye. Gökçebey'e geldik. Eve önce ben girdim. Halise(eşim) yatmamıştı (Beni her zaman bekler yatmaz). Komutan ayakkabıları çıkartalım mı dedi; postala baktım ne zaman çözülür bağlanır, hem adam kızarsa, diye geçti aklımdan. Gerekmez, buyrun, dedim. Odalara dağıldılar, tüfeğin yüzüne bile bakmadılar. Arama tamamlandı, tutanak tutuldu. Halise çay demleyim içer miydiniz, dedi. Yok, sağol, deyip beni bırakıp gittiler. Ben de taksi parası vermeden Gökçebey'e gelmiş oldum (Bu iyiliği unutursam nankörlük etmiş olurum).

Komutan, eniştemin(Hamdi abi) köylüsü. Arasıra, enişten nasıl görüşüyor musunuz, diye soruyor, görüşemiyoruz fırsat olmuyor, diyorum. Eniştemin 12 Eylül'ü destekleyeceğini biliyor bana dümen yapıyor. 12 Eylül öncesi eniştem derdi ki Karabük'te olayları Kambur çıkartıyor. Yine O dönemde enişteme sağcılar suç işliyor dedittiremezdiniz, aynen sayın büyüğümüz gibi. Kambur da solun herhangi bir fraksiyonundanmış. Adam kambur olmayıp sağlam olsaymış devrimi yapacakmış anlaşılan.

Nur içinde yatsın, sonradan eniştemle siyasi dostluğumuz çok ilerledi.Kısa bir anımı anlatayım: Eniştem oturuyor, bizi seyrediyor. Ablamla biz bahçede çalışıyoruz.
Bak abla, dedim burada yerin kimin olduğunun önemi yok, senin veya benim: birlikte üretiyoruz birlikte yiyip içiyoruz buna sosyalizm derler.Bunu Hamdi abi duysa (duyuyor)kızar, bahçeden birşey de koparmaz, dedim.Gülerek, yok yok, dedi.

Hacı olmasına rağmen benim rakıyı sevdiğimi bilir, çocuklarına, dayınıza bakım yapın, derdi. Ablam dahil çocukları bu bakım geleneğini bozmadan sürdürüyorlar(Gele
neklere bağlı kalmak ne güzel şeymiş!).

Yazıya nereden başladık, nereye geldik.Boşuna dememişler, laf lafı açar, laf da dötü açar...

19 Ocak 2010 Salı

12 EYLÜL SABAHI, 1980

12 Eylül Askeri Darbesiyle ilgili çok şey yazıldı, çizildi. Kenan Evren anılarını yazdı, Süleyman Demirel anı değil itiraf, diye cevap verdi. Bunda aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.Hemde kaynağından. 27 Mayıs 1960 ihtilaline ait anılarımı yazıp 12 Eylül 1980 Askeri darbesine ait anılarımı yazmasam 12 Eylül darbesine haksızlık etmiş olurum.

Siyah beyaz televizyonumuzdan askerlerin yönetime el koyduğunu öğrendik. Komşumuzun oğlu kitap sevdiğimi, solcu olduğumu bildiğinden kapımıza gelerek haber verdi, Zeki abi darbe oldu, evde kitap varsa yok et diye. Kitap, dergi bizim gibilerin evinde mutlaka olur. Yasaklanmış yayın olmadığını bildiğimden rahatça, sağol, dedim. SEKA'da çalışıyorum. Aynı zamanda sendikanın Çaycuma Şube başkanı olduğumu bu arada belirteyim. Kahvaltı yapıyoruz eşim ve iki çocuğumla. Sabah iş için her zamanki gibi erken kalktık ama sokağa çıkma yasağı bildirileri okunduğu için işe gidemedim. Kahvaltıyı bu sebepten çocuklarla birlikte yapıyoruz. Biri dokuz, diğeri altı yaşında olan çocuklarım ne olduğunu kavramaya çalıştıkları yaşlarda. Sokağa çıkma yasağı var, uyan yok. Cuma günü Gökçebey'in pazarı. Köylerden pazara gelenlerin bir kısmı bizim evin önündeki yoldan geçiyorlar. Küfeyi sepeti yüklenmişler pazara satmaya mal getiriyorlar. Bir iki defa pencereden, gelen var mı diye baktım. Az sonra beni almaya geleceklerini söyledim. Eşim, kim gelecek, dedi polis-jandarma olabilir, dedim. Neden, dedi, sendikadan dedim. İyi ki söylemişim, daha sonra kimse şok olmadı.

Evin önüne polis minübüsü kahvaltı sofrası kaldırılmadan geldi. İçinde birkaç jandarma, üç polis. Kapıyı çaldılar. Ben daha önce hazırlanmıştım. Evden çıkarken eşim ne zaman geleceğimi sordu. Geleceğimi kim söyledi, belki hiç gelemeyebilirim, dedim (Gözaltında eşimin akrabası "Eve haber de vermedik, vakit de geç oldu, bu gece burada mı kalacağız yoksa" diyerek beni çok güldürmüştü. Gülmekten, çıkacağını kim söyledi, diyemedim. O gülmenin krize dönüşmesi, aynı sözü eşimin de kullanmış olmasıydı.)

Polis minübüsüne bindim, kapıya son bir defa baktım, araç hareket etti. Çarşı içinden geçerken Selim Özdemir'in kahvesinin önünde kalabalık oturuyor, Kamil Karademir ayakta konuşuyor. Darbe hakkında konuştuğu belli. Minübüsün ön koltuğunda oturan polis memuru "Burada hiç bir şey olmamış gibi herkes sokakta" dedi. Buranın halkı sıkıntıya gelmez, dedim. Ters bir bakış baktı, bir şey söylemedi. Kendime güvenimi canlı tutuyorum. Çaycuma Polis Karakoluna geldik. Zeki Albuz'u getirdik dediler. Beni getiren polis ve jandarma ekibi diğer dernek yöneticilerini getirmek üzere gittiler.

Komiser ve polis memurlarıyla bir de astsubay, sendika binasına geldik. Sendikada arama yapıldı. Tutanak tutuldu. Bir sureti bana verildi. Yasak yayın ve suç unsuruna rastlanmamıştır, diye. Tekrar karakola döndük. Karakol ana baba günü. Asker polis karması, son söz askerden çıkıyor, bazen tersi oluyor, organize olup görev bölümü yapamadıkları belli. Burada durmaya gelmez, içeri atıp adamı unutabilirler, dedim. Komisere yavaşça, ben gideyim, dedim git de ayrılma bir yere, dedi. Gece oniki. Seka işçi servisiyle doğru evin yolunu tuttum. Sonraki günlerde işyerinden alınıncaya kadar....

18 Ocak 2010 Pazartesi

HACIOĞLU MEHMET (DEDEM)

Ninemi anlatıp da dedemi anlatmadan geçmek olmaz. Sizlere dedemi anlatayım.

Esas adı Mehmet olmasına rağmen dedeme Hacıoğlu derlerdi. Hacıoğlu dedemin mahallesinin adıdır. Köyünde hak hukuk tanımayanların pek haz etmediği dik duruşlu sempatik bir adam. Lafını esirgemeyen birisi olduğu gibi milletin ne diyeceğini, ne demiş olduğunu hiç umursamazdı. Bizim buralarda eşek beslenmez,yardımcı hayvan olarak kullanılmaz. Kendine güldürmemek için cesaret edip kimse şimdi bile eşek edinemez. Dedemin eşeği varmış (Ben hatırlamıyorum çok küçükmüşüm)Teyzemin oğlu Hayati abi(dedemden dolayı onada Hacıoğlu derlerdi)"Dedem eşeğe ters biner, binmekle kalmaz üstünde kurmalı gramofon çalardı" derdi. Teyzemin oğlu yaşındakiler bana sorarlardı, dedenin eşeğini, eşeğine ters bindiğini, üzerinde gramofon çaldığını biliyor musun diye. Dedem bunu şaka olsun diye Bakacakkadı'da mahallemizde yapmış. Anlattıkları aynı şey. İki kızının evli olduğu Bakacakkadı'daki mahallemize misafir geldiği için coşmuş olabilir.

Dedem yıllarca cephelerde savaşmış. Yemen'de İngilizler esir almış. Kurtulmayı başararak tekrar evine dönebilmiş nadir insanlardan biriydi.

Dedem elden ayaktan düşmüş bakıma ihtiyacı vardı. Makasbaşındaki evimizde ölünceye kadar kaldığı dönemi iyi hatırlıyorum. Sürekli savaş anılarını anlatırdı. Benden başka can kulağıyla dinleyeni de yoktu. Sigara onun herşeyiydi. Savaştan bahsetmesine de, sigara içmesine de başta ninem olmak üzere kızarlardı.(Lami Teksöz sen hangi sülaleden evlendiğini gör)Dedem de "Bu evde yerlerimi bağışlayacağımdan dolayı bakılıyorum, yerlerimin tutarının beni sigarasız bırakmaması lazım" derdi. Kızdığı zaman "İngilizler bana sizden iyi baktı" lafını çok söylerdi. Dedemin anlattığına göre köyden üç kişi olarak gitmişler askere, oradan cepheye. Arkadaşları dedeme demişler ki, Mehmet buralarda ölüp gideceğiz, kaçalım. Dedemi ikna edememişler, onlar kaçmış. Atılan top mermisinden dedeme şarapnel parçası isabet etmiş (ayağında çukuru vardı). Yanağından mermi girmiş izi belliydi. Yarı tedavi olunca zor zaptolurmuş, cepheye bir an önce gitmek istermiş.

Bataryalı bir radyomuz vardı, Mediha ablam şarkı türkü dinlerdi. Dedem şarkı türküleri duyunca "Ne gününüze eğleniyorsunuz, düşmanlar bize bunu bırakmazlar, bunun acısını mutlaka çıkarırlar, siz bunları tanımıyorsunuz" derdi. Bizim aklımıza acırdı.

Dedemin savaştığı düşmanları hakkındaki teşhisinin doğru olduğunu yıllar sonra anlıyorum. Dedemden ölümüne kadar ne bir dua duydum, ne de inançla ilgili bir eylem. Bize bu güzel vatanı bırakan bu insanları rahmetle anıyorum.Cümlesi nur içinde yatsın...Ha, dedemin yerleri ne oldu derseniz diğer damadına bıraktı.İyi de etmiş sizmisiniz adama sigara içirmeyen.

13 Ocak 2010 Çarşamba

27 MAYIS 1960 ANILARIM

Orta birinci sınıfta okuyordum 27 Mayıs askeri darbesinde. Okulların tatil olacağının son günüydü, günlerden cuma. Radyodan askerlerin yönetime el koyduğunu bildiren konuşmalar yapılıyordu. Mahalleden Yenişehir ortaokulu ve lisesinde okuyan(Lise orta aynı okul)arkadaşlarla okul yolunu tuttuk. Cadde ve sokaklarda okula giderken asker falan görmedik. Askerin yönetime el koymasının ne olduğunu bilenimiz de yoktu.Her şeyi bilen mahallemizden tenekecinin oğlu Ahmet abi bile bizi aydınlatamadı.

Okul bahçesinde bekledik,derse girme saati geçti,okula alınmadık. Az sonra kulaktan duyma okulun kapandığını, herkesin doğru evine gitmesinin söylendiğini öğrendik.
Okul dönüşümüz gidişimizden yaklaşık bir saat sonra oldu. Caddelerde ikişer ikişer gezen inzibatlar (beyaz miğfer, ayakkabılarının üzerinde beyaz tozluk,beyaz kemerleri
olan askerler)göreve başlamışlardı. İnzibatlar tatil günleri eskiden de gezerlerdi, aradaki fark sayıca fazla gözükmeleri. Sokağa çıkma yasağı yok. İnzibatların görevi caddede yürüyen insanları birbirinden ayırmak. İki kişi üç kişi yanyana konuşarak gitmeyecek, diye emir almış oldukları anlaşılıyor. Bize bir şey söylemedi inzibatlar. Ana caddeden aştık, evlerimize dağıldık.

Kısa bir sürede bu darbenin Demokrat Partiye karşı yapılmış olduğunu anladım. Hareket memurunun kızı Gülay, oğlu Özcan, istasyon şefinin oğlu Saruhan, mahallede kolkola gezerek şarkı halinde,

Oğoğoğo ne oldu
xxxxxxxxx ne oldu
XXX
Olurmu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu
XXX
Bir baba hindi
xxxxxxxxx bindi

tekerlemelerini söylüyorlardı. Sesleri çıktığı kadar yüksek, tempo olarak düzgün, sözleri anlaşılır halde. Babam Demokrat Partiliydi (babamızdan dolayı biz de küçük de olsak partiye sempati duyardık). Partiye üye miydi bilmiyorum ama, Vatan Cephesine aidat yada bağış olarak para verdiğini annemle atıştıklarında öğrendim. Konuşma aynen şöyleydi;

Annem:Haraç veriyorsun adamın karısının kolu yukarı kadar bilezik dolu.

Babam:Vermeyip de Kars'ta Van'da mı soluğu alacaksın?

Annem: Bende rey verirsem bunlara insan değilim.

Babam: Münasebetsizlenme !

Radyodan, yakalanan vekilleri, önemli kişileri haber olarak veriyorlardı. Daha sonraları Menderes'in de yakalandığını söylediler. Vatan Cephesine kaydolanları her gün saatlerce okuyan radyo şimdi tersinden okuyordu. Yassıada mahkemeleri kaç ay sonra kuruldu hatırlamıyorum. Aklımda bebek ve köpek davası kalmış. Asamazlar, asacaklar tartışması yapıyoruz. Herkes babasının tuttuğu partiye göre konuşuyor. Bir sabah gazete almaya gittim, gazetelerde üç kişinin idamı yakın çekim basılmış. Fotoğraflar bile adamların asıldığına inandıramadı bazı arkadaşları. Asılanlara o tarihte ben de babam gibi çok üzüldüm. İdama karşı olduğumdan değil, asılanların Demokrat Partili olduğundan.

27 Mayıs'ı, 12 Mart'ı,12 Eylülü yaşadığıma göre; zamanında farkına varamadık ama 27 Mayıs bir devrimmiş. Aydınlanmanın bilinçlenmenin ülkemizde başlangıcıymış. Nice yurtsever devrimci Atatürkçü genç bu aydınlanmanın ışığında toplumumuza öncülük ettiler. 12 Eylül darbesiyle tam zıtlık arzeder. Birisi demokrasinin yolunu açtı, diğeri demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdı. Askeri müdahelelere haklılık kazandıracak davranışlar içinde olmamak gerekir. Seçimle gelenin seçimle gitmesi en uygun yoldur.

11 Ocak 2010 Pazartesi

BABAMIN MEDİNE' DEN YAZDIĞI MEKTUP

"Oğlum Zeki,31-3-965 Çarşamba

27 Mart 1965 pazartesi günü yani onüç günde Medinei Münevvereye salimen geldik.burada 8 gün kaldıktan yani ziyaretleri bitirip 40 vakit Namaz kıldıktan sonra 70 Klm.ileride bulunan Mekkei mükerremeye gideceğiz ve hac farizasını ifa ettikten sonra inşaallah salimen döneriz halen sıhhatim çok eyi hamdü şükürler olsunki o bizi yaradan Allahıma başım bile ağrımadı.inşaallah sizlerde iyilersinizdir oğlum nenen behiye teyzen Asiye teyzenlere Annene çok selam ederim bana Dua etsinler biraderlerimin hepsine hemşerelerime eniştelerime köy komşularıma büyük küçük hepsine selam eder büyüklerin ellerinden öperim Küçüklerin gözlerinden öperim Medihaya senihaya figene ersin sezginlere Hamdi Hayrettinlere selam eder gözlerinden öperim.başka diyeceğim yok tekrar selam eder gözlerinizden öperim oğlum vazifene yani dükkana iyi bak,

baban
imza.

bu mektubu saklayasınki Medinei Münevvere hatırası olacaktır.

Tefende Siyami ve hanımıda iyilerdir çocuklarına selam ediyorlar söyleyiver bütün arkadaşlar iyilerdir."


Mektubun arka sayfasını okumak için çerçeveyi söktüm, kartonun arasından katlanmış bir kağıt çıktı ki şu anda gözyaşlarım klavyeye akıyor, harfleri zor görüyorum. Annemin gömme izin kağıdı. Kendimi salıverdim. Neler kaybetmişim ne kadar özlemişim. Kağıt diyor ki yukarıda adı soyadı hüviyeti yazılı ölünün gömülmesine izin verilmiştir. Kanunsuzluktan yattın çıktın buna nasıl müsaade ettin, deyip koyverdim salya sümük.Ülviye'ye ve sana ne kadar teşekkür etsem azdır.

7 Ocak 2010 Perşembe

NİNEMİ DAHA BİR SEVDİM

Ninemi hep elinde tesbihi, yattığı divanın üzerinde oturmuş, beyaz tülbentini başına taktığı fesinin üzerine serbestçe örtmüş olarak hatırlarım. Ortaokula gittiğim yıllarda Karabük'te bizde kaldığından birlikteydik. Ninemle ilgili çok anılarım var. Ninem öleli neredeyse kırk yıl olmuş. Benim anılarım varsa ablamların yokmu? Tabii ki benden büyük olduklarından daha fazla. Fazla olmasına fazla ama konuşulmadığından bilmiyoruz. Geçtiğimiz sene Mediha ablam ninemle olan bir anısını anlattı ki bu yazıyı bana yazdıran ablamın o anlattıklarıdır. Bundan sonrasını Mediha ablamın ağzından dinleyelim:

"Ninemden siz ne umarsınız size bir şey anlatsam. Biz hep bir ağızdan, anlat abla anlat. Hacıoğlunda Dutyanı diye bir yer var(Hacıoğlu dedemin köyü oluyor)zannedersem orada ninemin akrabalarından birisinin kınası varmış. Ben çocuktum ninem bana gel seninle kınaya gidelim dedi. Birlikte kına yerine gittik. Kadınlar iyi kalabalıktı. Oturduk. Çok geçmeden hadi bakalım Çufadar kızı al şu tefi eline dediler (Çufadar kızı ninemin gelin geldiği kökünden dolayı kendisine verilmiş lakabı). Ninem aldı eline tefi, bir çalıp bir söyledi, milleti coşturdukça coşturdu. Ne söylediğini şimdi hatırlamıyorum ama o, türküleri bir güzel söylüyor, bir güzel söylüyor anlatamam. Sesi de zil gibi hala kulaklarımda. O gece milleti çok oynattı. Hiç bu yönünü görmemiştik ninemin. Ninem yine birgün, gel senle düğüne gidelim, diye beni çağırdı. Düğün evine gittik. Kadınlar orada nineme çalıp söyleyiver dediler, ama ninem olmaz, dedi, ısrarlara rağmen çalıp söylemedi."

Müzik bize ninemden mi geçti yoksa, diyesi geliyor adamın. Her zaman çalıp söylemediğine göre, çalmam da söylemem de dedikten sonra kararlı duruşuna bakılırsa ninemin gen olarak Aytekin'e birşeyler bıraktığı kesin.

Dedem birinci dünya savaşına kurtuluş savaşına katılmış, onyıllarca cephelerde kalmış, Yemen'de esir düşmüş, vucudunda şarapnel çukurları olan altın madalyalı bir kahramanmış (parasızlık yüzünden madalyasını sonra satmışlar). Dedemin kardeşleri dedem için cepheden gelemez diye nineme çok kötülükler yapmışlar, bırakıp ana evine gitsin, dedemin yerleri kardeşleri arasında pay edilsin... Ninem bütün bunlara göğüs germiş yiğit bir kadın. Dedem yıllar sonra cepheden evine geliyor, çocukları oluyor. Dedemin beş kızı olduğu için yerler damatlara gidecek düşüncesiyle nineme ve dedeme düşmanlık devam etmiş. Dedem cephedeyken ninemin söylediği hasret ve sitem dolu şiirlerinden iki dörtlük Saadet yenge (Ölen teyzemin Çaycuma'da oturan gelini)tarafından bana kızkardeşim Seniha'nın da olduğu misafirlikte okundu. Ninem bunu türkü gibi söylermiş:

Karabiber dibekte
Bir yar sevdim ırakta
Olsun varsın ırakta
Sevgisi var yürekte

Avla dibi ısırgan
Gavur musun müslüman
İşte ben gidiyorum
Kurban kesin komşular

Nur içinde yat sevgili ninem. Senin gibi biz de çaldık oynattık. Senin bu yeteneğini öğrendiğimde seni daha bir sevdim.

6 Ocak 2010 Çarşamba

BABAMDAN

Babamı anlatma fırsatını kendim yaratmış olmama rağmen, sanki bana böyle bir imkanı veren birileri varmış da onlara teşekkür borçluymuşum gibi geliyor içimden.

Okulların kapalı olduğu yaz tatillerinde camilerde namaz sureleri ezberletilirdi. Karabük'te Yenişehir Camisine mahallemizden çocuklarla bu amaç için giderdik. Babam camiye gittiğimi daha sonra benden öğrenirdi. Namazlı abdestli olan babam bundan çok hoşlanırdı. Bende zaten camiye gittiğimi bunun için söylerdim. Ramazan aylarında Karabük Şehir Kulübü(memurların kulübü)camiye döndürülür, müftü burada memurlara teravih namazı kıldırırdı. Her düzeyde memur ramazan öncesi oyun oynadıkları bu yerde teravih namazı kılarlardı. Müftünün olmadığı zamanlarda namazı babam kıldırırdı. Babamın Karabük'teki o zamanki görevi DDY Kısım Şefiydi. Emekli olduktan sonra köyümüzde cami hocalığını uzun süre amatör olarak yaptı. Yaz tatillerinde o da müftülükten müsaadeli, camide çocuklara namaz sureleri ezberletirdi. Namaz kılacak kadar sure ezberleyen kendini yetişmiş kabul ediyor olmalı ki, camide bu çalışma onbeş günde bitiyordu. Karabük'te de böyleydi, onbeş günde biterdi süre ezberleme işi. Sure ezberleme dışında başka bir şey öğretilmezdi.

Hocaların çocuk okutma işinden çok korktuklarını biliyorum. Kardeşimle (Seniha)benim için evimize bayan din dersi hocası gelirdi. Ücretli bu özel hocayı herhalde annem tutmuş olacak ki babamın anneme "Bu abdest almayı bile öğretemez" dediğini duydum. Bu bayan hoca anneme işin zorluğunu ve tehlikesini anlatırdı. Eve girmeden sağa sola bakınırdı. Annemi tembihlerdi, komşulara bundan bahsetme, diye. Annemse onun bu zorluk içeren laflarını zam istemesine yorar, oralı olmazdı.

Devletin, halkın dini inançlarını yerine getirmesine, onu öğrenmesine imkan sağlarken, buna yalnız belirtilen yerlerde müsaade ettiğini daha sonraları anladım. Babam Devletin bu tutumunu beğenir hiç rahatsız olmazdı. Hatta daha sıkı önlemler almasını isterdi. Babama göre başına sarık geçiren herkes kendini din adamı sayıyordu. Böylelerini siz bilmezsiniz, ev ev gezip tuz çevirir, bir şeyler okur üfler, yarım teneke buğday, yarım teneke mısır alırlardı. Böyle din adamlarının itibarı yoktu. Hocalara dilenci gözüyle bakılıyordu. Atatürk din adamının ve dinin itibarını kurtardı demişti bir keresinde.

Siyasi dincilik babam sağken kendini çeşitli şekillerde gösteriyordu. 12 Eylül darbesine kadar tek tehlike vardı, o da komünizm. Babam da buna inananlardandı. Darbeden sonra rabıta örgütüne teşekkürle başlayan süreçte yeni bir din icat edildi. Giyim kuşama, peygamberin yaş gününe indirgenen bir din. Ha, o öğrendiğimiz süreler ne oldu? Ben de bunun cevabını aramaktayım desem, nur içinde yatsın babamı üzerim. İnsanların temiz duygularını, inançlarını ikballeri için kullananlarla kullandıranlara kırgınım.